Türkiye’de faşist bir diktatörlük adım adım inşa ediliyor. Bunu sadece yerli ve yabancı sermayeye verilen sınırsız vergi teşvikleri, faiz destekleri, Kredi Garanti Fonu gibi bir fondan sermayeye verilen devlet garantili bol kredi, onlarca milyar dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat projelerinin dış borçlanmasında sağlanan Hazine garantileri gibi ekonomi alanında değil; eşanlı olarak siyaset, kültür, eğitim, din gibi üst yapı olarak tanımladığımız alanlarda da görüyoruz.

Üst yapı alanındaki bu İslamcı–faşist yapılanmaya uygun dönüşüm, sadece sivil faşist milislerin yetiştirilmesinde, onların her insani ve haklı talebe barbarca saldırmalarında daha da cesaretlendirilmesinde ve toplumun gözünde meşrulaştırılmasında değil, yeni nesillerin resmi eğitim, öğretim alanlarında da bu İslamcı- faşist ideolojiye uygun olarak yetiştirilmesinde kullanılıyor.

Bunun en somut örnekleri son bir yıldır, MHP ve Vatan Partisi gibi faşist ve neofaşist partilerle milliyetçilik, ulusalcılık üzerinden yapılan anlaşma; yeni cemaatlerle açık-örtülü yapılan iktidar paylaşımı anlaşması, Diyanet’in bu gidişata açıktan destek olması ve Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla eğitim ve öğretim müfredatının İslamcı- faşist ideolojiye göre yeniden biçimlendirilmesidir.

Her faşist rejimin olmazsa olmazı korporatist örgütlenmelerdir. Bu, başta eğitim alanında olmak üzere Eğitim Bir Sen, Memur Sen örgütlenmesi ile kamu emekçilerinin örgütlenme alanlarında neredeyse tamamlanmıştır.

Bu gidişat durdurulabilir mi ve geriletilebilir mi? Tehlikenin farkında olmanın yetmediği ve örgütlü bir antifaşist mücadele vermenin gerekliliği ortada. Bunu yapmanın gerekliliği bir yana imkânları da önümüzde duruyor.

Antifaşist cephenin kapitalizm tarihinde hem başarılı, hem de başarısız örnekleri mevcut. Bunun dışında faşizme karşı mücadelede başarılı olmuş şiddete dayalı olmayan mücadele yöntemlerinin de örnekleri var. Genellikle “sivil itaatsizlik” olarak tanımlanan bu yöntemler aslında şiddetsiz direniş biçimlerinden sadece biri.

Başarılı “şiddetsiz direnişler” ise tek başına ya da faşizme karşı silahlı mücadelenin ikamesi olarak değil, tamamlayıcısı olarak tarihte hak ettikleri yeri almışlar. Ülkelerin, toplumların tarihlerine, kültürlerine ve diğer bazı özelliklerine göre şekillenmişler.

Bunun en somut örneklerinden biri 1940-1944 döneminde Nazi ordusunca işgal edilen İskandinav ülkelerinden biri olan Norveç’te öğretmenlerin vermiş oldukları şiddetsiz direniş biçimi.

Aşağıdaki alıntılar 1963 yılında yayımlanmış olan bir kitaptan yapıldı. Kitabın adı The Quiet Battle (Sessiz Savaş). Anchor Books (New York) adlı yayınevi tarafından basılmış. Editörü Mulford Q. Sibley adlı bir akademisyen.  Bu kitapta şiddete dayalı olmayan direnişin teorisi ve pratiği anlatılıyor. Alıntılanan kısımlar ise 157-187 sayfaları arasında yer alan ve A. K. Jameson ve G. Sharp’a ait ,” Non-violent resistance and Nazis: The case of Norway” adlı bölümden.

Şiddetsiz direniş ve Naziler: Norveç deneyimi

A. K. Jameson:

Şiddetsiz direniş biçimlerinin en somut örnekleri 2. Dünya savaşı sırasında Danimarka ve Norveç’te yaşandı. Bu süreçte şiddete dayalı direniş biçimleri de sergilendi, ama başka yöntemler kalmayınca son çare olarak şiddetsiz direnişe başvuruldu.

Norveç, Nazilerce işgal edildiğinde Kilise Nazilerle işbirliğini reddetti. Naziler yeni bir kilise hiyerarşisi kurdular ama din adamları buna uymadı. Yargıda Yüksek Mahkeme üyeleri istifa ettiler, öğretmenler geniş çapta sivil itaatsizlik eylemlerine yöneldiler.

Bu eylemler Nazileri moral olarak çok zayıflattı.

Norveç’te şiddetsiz direniş 1940-1943 yılları arasında yaşandı, sonrasında silahlı mücadele ağır bastı.

Şiddetsiz direniş hem Norveç kültürüne uygundu, hem de şiddete dayalı mücadelenin araçları fiilen  mevcut değildi. Şiddetsiz direniş, din, eğitim, spor ve mesleki faaliyet alanlarında gerçekleştirildi.

Direnişin başarısı; katılan insan sayısı, direnen insanların niteliği, önceki deneyimler ve toplumun o andaki doğasına bağlı olarak değişiyor.

Ülkede ciddi düzeyde sosyal dayanışma ve demokrasi ruhu mevcuttu.

Toplum her düzeyde örgütlü bir toplumdu,  eğitimin düzeyi yüksek, öğretmenlik mesleği oldukça itibarlı bir meslekti. Norveç toplumu 1720-1940 arasında hiç savaş görmediği için barışcıl bir toplumdu. Norveçli faşist bir parti olan Vidkun Quisling liderliğindeki Nasjonal Samling Partisi (NS) 1933’ den itibaren Nazi düşünce ve yöntemlerini denese de hiçbir zaman % 2 den fazla oy alamadı, parlementoya tek bir üye dahi gönderemedi.

Norveç’in Nazilerce işgali 2 ayda ancak gerçekleşti. İşgalden sonra olağan Norveç yönetsel işlevi sürdürüldü (Naziler önce dostça ve çok dikkatli davrandılar).

9 Nisan 1940’ da Norveç işgal edildi, kafası karışan halk birkaç gün içinde kendiliğinden direnişe geçti. İşgalle birlikte Nazi lider Quisling’in öncülüğünde işbirlikçi bir hükümet kuruldu.  Quisling Norveçliler tarafından sevilmeyen biri olduğundan, ona karşı tepki artınca Naziler hemen onu arka planda tutarak  15 Nisan’da Nazi destekli ve  ticaret sermayesi ağırlıklı bir hükümet kuruldu.  

9 Haziran’da Kral ve Kraliyet hükümeti üyelerinin İngiltere’ye kaçmasıyla teslimiyet başladı. Sendikalar direnmediler, sadece ekonomik çıkarlara odaklandılar. 25 Eylül’den itibaren Almanlar KHK’larla ülkeyi yönetmeye başladılar.  İşbirlikçi NS Partisi dışında tüm partiler kapatıldı, varlıklarına el konuldu

Görünürde ülkeyi Norveçliler yönetiyordu ama bunların ardında Alman yetkililer vardı. SS benzeri bir yeni polis örgütü (HİRD) oluşturuldu. Eski Norveç polisinin yetkileri sadece trafik gibi konularla sınırlı tutuldu.

İlk saldırı yargıya

İlk saldırı yargıya yapıldı. Mahkemeler, Quisling tarafından yönetilen Adalet Bakanlığı’na bağlandı.  Nazi felsefesine uygun paralel mahkemeler kuruldu, KHK lar çıkartıldı, yüksek mahkeme yetkisiz kılındı. Buna tepki olarak Aralık 1940’ta Yüksek Mahkeme yargıçları istifa ettiler. Onların yerine niteliksiz, tecrübesiz yeni hâkimler atanarak Quisling’in emrine verildiler.

Belediyelere kayyumlar atansa da uygulamada bunlar etkisiz kaldılar ve tekrar eski sisteme dönüldü.

Yaygın spor kulüpleri yeni Nazi rejiminin kontrolü altına alınmaya çalışılsa da ciddi bir direniş (boykot) ortaya çıktı.

Üniversitelerde öğrenci dernekleri dağıtıldı ve yeni dernekler Nazi ilkelerine göre kuruldular, ama boykot edildikleri için uzun süre dayanamadılar. Bir iki akademisyen bu yeni Nazi öğrenci derneklerini örgütlemek için atandı, ama bunların derslerine hiçbir öğrenci katılmadı.

Kilise direnişe geçiyor

Ocak 1941’de 7 piskoposun imzası ile bir deklarasyon yayımlandı ve Kilisenin devletle sadece eğer adaletli davranması durumunda işbirliği yapacağı açıklandı.

Aynı yılın kışında KHK’ler ile Quisling’in resminin okullarda asılması ve ikinci dil olarak İngilizce’nin yerine Almanca’nın okutulması, İngilizce ders kitaplarının yok edilmesi, tarih derslerinin Nazi ideolojisine göre yeniden yazılıp anlatılması ve Nazi ideolojisinin okullarda zorunlu bir ders olarak  okutulması şartları getirildi.

Bu dayatmaya öğretmenler greve giderek tepki gösterdiler, bu grevi veliler ve kilise görevlileri de desteklediler. Bunun sonucunda yetkililer bu kararları bir süreliğine askıya almak zorunda kaldılar. Kültürel yaşamda aynı tepkiyi doktorlar ve aktörler de gösterdiler ve etkili oldular.

1941’de devlet memurluğuna ve belediyelere yapılacak atamalarda iktidardaki işbirlikçi NS partisine üyeliği zorunlu hale getiren bir KHK çıkartıldı, ama bu da pek başarılı olmadı. Örgütlü kamu emekçileri bunu imza kampanyaları ile protesto ettiler. Sendika tabanı kararlı bir direniş gösterince sendika liderleri de direnişe katıldılar.

OHAL ilan ediliyor

İşçiler gıda fiyatı artışlarını protesto etmek için greve gidince OHAL ilan edildi. İki işçi lideri vurularak öldürüldü, yaygın tutuklamalar başladı. Sendikalara Gestapo denetimindeki Quisling taraftarı kayyumlar atandı. Benzer önlemler işveren federasyonuna yönelik olarak da alındı

Ekim 1941- Kasım 1942 döneminde devlet şiddeti arttırınca muhalefet daha önemli bir hale geldi, direniş yer altına çekildi, yeraltı liderleri tutuklandı ama hemen yerlerini başkaları aldı.

İşlerinden atılan kamu görevlileri ailelerinin maddi destekleriyle ayakta kalabildiler.

Şiddetli bir silahlı direniş olmasa da, Londra’ya kaçanların paraşütçüler olarak ülkeye geri dönmeleri sonucunda sık sık Nazilere ve Hükümete karşı sabotaj eylemleri gerçekleştirildi.

Emek alanında Eylül grevi dışında açıktan bir direniş olmadı, ama makineler aniden bozuldu üretim ciddi olarak yavaşlatıldı.

Korporatizm ve öğretmen direnişi

Şubat 1942’de Quisling’e Başkan-Bakan görevi ve yetkileri verildi. Quisling’in yaptığı ilk şey Mussolini’yi taklit ederek korpotarizmi uygulatmak oldu.

İlk olarak öğretmen sendikalarında bu hayata geçirildi. Mevcut öğretmen sendikaları kapatılarak yerine yeni bir sendika kurduruldu ve tüm öğretmenlerinin bu örgüte üyeliği zorunlu hale getirildi.  Öğretmenler büyük çoğunlukla bu yeni örgüte üye olmayı reddettiler. Hükümet aynı zamanda Alman Nazi gençlik örgütlenmesine benzer bir gençlik örgütü kurdu.

Gönüllü tüm organizasyonlar kapatıldı, mallarına el konuldu, basın radyo kontrol altına alındı, yönetsel görevlere Quisling taraftarları getirildi.  1945 sonu itibariyle 100 muhalif idam edilmiş,  7000’i toplama kamplarına gönderilmiş ve 1000’i Polonya’ya sürülmüştü.

Öğretmenlerin ve velilerin şiddetsiz direnişi başarılı oldu

14,000 öğretmenin 12,000’i bu yeni sendikaya katılmayı reddetti. Bunu da emeklilik, istihdam ve sosyal haklarını kaybetme riski pahasına yaptılar, hatta sürgün gibi zorunlu çalıştırılmaları da söz konusuydu. Buna rağmen kitlesel olarak bu yeni sendikaya katılımı reddettiler.  Bu direnişlerine öğrencilerin velileri de destek verince okullar mecburen kapatıldı. Öğretmenlere 15 Mart’a kadar süre verildi, ama neredeyse hiçbir öğretmen buna uymadı. Bunun üzerine 500 öğretmen ülkenin Kuzeyine sürüldü, 100 öğretmen tutuklandı, istifalarını geri almayanların vurulacağı açıklandı, ama tehdit işe yaramadı. 

Özetle yeni sendikaya katılımın reddedilmesinde öğretmenlerin direnişi kadar velilerin Eğitim Bakanlığı’na yazdıkları protesto mektupları da etkili oldu.

Önde gelen 7 piskopos protestolarını güçlendirmek için 14 Şubat’ta idari görevlerinden istifa ettiler. Hükümet bunun üzerine onların ruhani görev yapamayacaklarını açıkladı ve Oslo piskoposu ve diğer iki kent piskoposunu tutukladı.  Bu halkın tepkisini daha da büyüttü ve kilise çalışanlarının % 93’ ü (797 kişi) psikoposların yanında yer aldı. Diğer yandan din adamlarının yaşamları her açıdan baskı altına alındı. Quisling Kral’ın yetkilerini kullanarak istifa eden piskoposların ve başpiskoposun yerine atama yaptı. Kilise buna da direndi ve kendi geçici konseyini ilan etti .Quisling geri adım atmak zorunda kaldı.

Genel sonuçlar:

Direniş iki biçim aldı: 1940-43 arasında temelde şiddetsiz; 1943’ den itibaren Almanların ve işbirlikçi hükümetin silahlı şiddete başvurması nedeniyle silahlı direniş (örneğin paraşütçü sabotajcılar).

•Direnişin ana unsuru öğretmenler, kamu emekçileri, din görevlileri, gazeteciler, serbest meslek sahipleri, sendika liderleri, spor klübü üyeleri ve yeraltı direnişçileriydi.

•Direnişçiler toplumun % 1’inden daha azını oluşturuyordu ve genelde orta sınıfa mensuptular.

•İş âlemi, ekonomi, ticaret, sanayi 1943’e kadar gelişmelerden etkilenmedi, biraz işleri düştü, bu nedenle de hayatı felç edecek ölçüde bir geniş direniş sergilenmedi.

•Direniş genelde şiddet dışı direniş biçimindeydi, zira Norveçliler son 200 yıldır barışçı bir toplum olarak yaşamışlardı. Direnenlerin çok azı dinsel inançsal nedenlerden dolayı pasifistti.

•Alman işgali gerçekleştiğinde halk bu yönde bir kısmi direnişi destekledi, ama bu daha ziyade Alman askerinin varlığına yönelikti. 

•Diğer ülkelerde olduğu gibi ‘’partizan deneyimi’’ yaşanmadı, başlangıçta alman askerlerine yönelik saldırılar olsa da, direnişçiler toplumun desteğini alabilmek için sonrasında şiddetsiz direniş biçimlerine yöneldiler

•Yeraltı faaliyeti, saldırı amaçlı değil, iletişim ve korunma amaçlıydı. Kara borsa halkı soymak için değil, direnişçilerin ailelerine olabildiğince düşük fiyattan gıda temini için kullanıldı, bu anlamda sosyal sınıflar arasında kısmı bir dayanışma oluştu

•İşbirlikçi Quisling taraftarları da  sadece % 2’lik bir nüfusa denk düşüyordu.

Norveç deneyiminin, şiddetsiz direniş tekniklerinin olumlu sonuçlarının   moral ve ideoloji alanında ortaya çıktığını göstermesi açısından önemli olduğu ileri sürülebilir.

Diğer taraftan,  Norveç’teki şiddetsiz direniş biçimlerinin başka ülkelerde ve başka koşullarda da başarılı olmasının bir garantisi yoktur.  Zira buradaki başarı büyük ölçüde Norveçlilerin niteliğine, tarihlerine, sosyal düzenlemelerinin niteliğine, demokrasi geçmişlerine, işbirliğine yatkınlıklarına, sosyal sınıflar arasındaki dayanışmaya, güvenilir önderlerin varlığına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Başka koşul ve ülkelerde bu başarının tekrarlanma garantisi yoktur.

G. SHARP:

Nazilerce öğretmen sendikalarının fesih edilip yerine yenisi kurulduğunda istifalar başladı ve yeni bir liderlik ortaya çıktı.  Bu yeni illegal öğretmen grubu direnişi dört temel üzerine inşa etti:

(i) Öğretmenlerin Quisling’in partisine üye olma çağrısı reddedilecek.

(ii) Nazi işbirlikçisi Quisling propagandasına okullarda imkan tanınmayacak.

(iii) Okul dışından gelecek hiçbir talimata uyulmayacak.

(iv) Quisling Gençlik Hareketi ile hiçbir işbirliği yapılmayacak.

Bu dört nokta tartışmasız kabul edilecek, bunlardan asla taviz verilmeyecekti.

Direnişçi öğretmenler, doğru bir biçimde, eğitimdeki Quisling örgütlenmesini eğitimi baştan sona Nazi doktorinine göre yeniden tasarlayan, mevcut öğretme yöntemlerini değiştiren bir gerici saldırı olarak nitelendirdiler.

Bu yüzden bu dört ilkeye tavizsiz uyulma kararı alındı. Her öğretmenin Eğitim Bakanlığı’na aynı içerikli ve yeni örgütlenmeyi reddeden mektuplar yazmasına karar verildi. Bu mektuplar çok kısa ve özünde yeni örgütlenme ve müfredatın “bilime, insan haklarına, emek haklarına ve toplumsal çıkarlara ters düştüğü” için reddedildiği biçiminde özetlenen tek tip bir içeriğe sahipti.

Yeraltı öğretmen örgütünün talimatları kibrit kutuları içinde üyelere dağıtılacak ve hiçbir öğretmen dağıtımı kimin yaptığını ya da veya direnişin liderlerini bilmeyecekti. Nitekim liderlik seçimlerle değil,  kendiliğinden uygulama içinden gelişti

Mektupları yerel olarak yazdırıp, aynı gün postalamalarının nedeni her öğretmenin diğerlerinin de mektup gönderdiğini görmesini sağlayarak, güven oluşturmak, yalnız olmadıklarını göstermek, böylece de direnişi büyültmekti.  Mektuplar aynı gün 20 Şubat 1942 de postalandılar. 12,000 öğretmenden 8000-10,000’i bu çağrıya uydu ve mektupları postaladı.

Aynı gün 150 civarında üniversite profesörü bir açıklama ile Nazi yanlısı Quisling Gençlik Örgütü’nü protesto etti.

Hükümet, bu biçimde davrananların istifa etmiş sayılacağını ve cezalandırılacağını açıkladı, ama direnişi kıramayınca okulların açılmasının yakıt yok gerekçesi ile 1 ay geciktiğini ilan etti (diğer taraftan ülkenin her yanında halktan okullara yakıt desteği geldi, bu süreç beklenenin aksine direnişin büyümesine yardımcı oldu).

Yeni sendikal organizasyona sadece dağ köylerindeki öğretmenlerin bazıları  üye oldular.  7 Mart’ta 300 öğretmen Kuzey Norveç’te ‘’sosyal hizmet’’ adı altında sürgüne gönderildi.

15 Mart dilekçeleri geri çekmenin son tarihi idi.  Öğretmenlerin aileleri ve diğer dayanışma gösterenler maaşlarının % 2’sini dayanışma ücreti olarak yatırma kararı aldılar.  Öğretmenlerin ailelerinden ve diğerlerinden on binlerce protesto mektubu Bakanlığa gönderildi. Bunu direniş liderleri örgütlediler.  Böylece bizzat kendi adları ile gönderdikleri bu mektuplarla veliler de direnişin bir parçası haline geldiler.

20 Mart’ta 1,000 öğretmen tutuklandı, tutuklananlar direniş liderlerinden ziyade en zayıf konumdaki öğretmenlerdi. Bakanlık bu yolla direnişi en zayıf halkadan kırmak istedi.

Tutuklamalar üzerine kiliselerdeki görevlileri veliler, aileler ile yaptıkları toplantılar sonucunda toplu istifa kararı aldılar

Toplama kampına gönderilen öğretmenlerden sadece üçü teslimiyet gösterdi, diğerleri direndi. Bu kez yeni bir emir geldi: “Eğer direnişi sürdürürlerse meslekten atılacaklar ve zorunlu çalışa kapsamında çalıştırılacaklardı”.

Kuzeydeki 687sürgün öğretmenden sadece 32 si direnmekten vazgeçti, diğerleri direnmeyi sürdürdü.

Öğretmenlerin bu direnişleri toplum üzerinde çok olumlu etkiler yarattı. Öyle ki toplama kamplarına doğru trenle götürüldüklerinde istasyonlarda köylüler onlara yiyecek ve su sağladılar.

Sonuçta yeni korporatif organizasyon başarısız oldu ve öğretmenlerden kesileceği ileri sürülen sendika aidatlarının kesilemediği görüldü.

Quisling bu duruma çok kızmıştı, zira korporatist devlet planının ilk aşamasında öğretmenlerce başarısızlığa uğratılmıştı.

Kirkenes toplama kampında tüm mahkûm öğretmenler çalışmak zorundaydı, örneğin gemilerden ağır petrol varillerini indiriyorlardı. Bu işi reddetemeseler de yavaşlattılar.

Direnişçi öğretmenler kendilerini kahraman gibi hissetmiyorlardı, ama halk direnişlerinden dolayı onları kahraman gibi görüyordu.

Toplamda yaklaşık 8 aylık tutukluluktan sonra mahkûm öğretmenlerin tümü parça parça serbest bırakıldı ve birer kahraman gibi evlerine döndüler

Quislingin bu başarısızlığı üzerine bizzat Hitler duruma müdahale ederek Norveç’teki korporatif devlet örgütlenmesi projesini sona erdirdi.

İhtiyatlı olmak kaydıyla, bu direniş deneyiminden şu sonuç çıkartılabilir: Saldırgan Nazi rejiminin işgali altındaki bir ülkede halkın şiddet dışı direnişi başarılı olabilir.

Diğer taraftan 1942’deki Norveçli öğretmenlerin direnişi şiddet dışı direnişin daha başarılı olduğunu ve totaliter bir devleti dizlerinin üzerine çökertilebileceğini kanıtlamaz. Bu örnekte, her zaman mümkün olmayan,  öğretmenlerin lehine olan bazı koşullar mevcuttu.