Bu söyleşi Öğrenci Dayanışması, Öğrenci Faaliyeti, Öğrenci İnisiyatifi ve Öğrenci Kolektifleri’nin temsilcileri ile yapılmıştır. Söyleşi Enes Kara’nın intiharından önce yapıldığı için o tarihten bugüne yaşanan gelişmelerin ve eylemlerin değerlendirmesini kapsamamaktadır. 3 bölümden oluşan söyleşi dizisinin ilk bölümü öğrenci gençlik hareketinin yakın döneminin değerlendirmesini içermektedir.

Feyaz Çanak: Daha öncesi olmakla birlikte son 7 yılda AKP ve sermaye tarafından üniversitelere dönük çok boyutlu, radikal ve sistematik saldırılar gerçekleşti. İktidarın tüm bu saldırıları zaten dağınık, parçalı, rotasız olan ve alanda hegemonya kuramayan öğrenci gençlik hareketini ciddi biçimde geriletti. Buna karşılık öğrenci gençlik hareketi yükselen ve alçalan bir seyir izleyerek de olsa her zaman bir biçimiyle sesini yükseltmeye çalıştı. 2021 yılının daha ilk günlerinde öğrenci muhalefeti ülke gündemine oturdu. Buradan hareketle siz yeni dönemi nasıl okuyorsunuz, son bir yılın gösterdiği gibi öğrenci direnişleri/eylemleri artarak devam edebilecek mi?

Öğrenci Kolektifleri Cihan: Giriş olmasından kaynaklı yaşanılan süreci kategorize etmek gerekiyor. Pandemi öncesinde ODTÜ’de ‘Verşan Kök ODTÜ’ye rektör olamaz’ eylemleri ile İstanbul Üniversitesi yemekhane eylemleri ile belirttiğin gibi parçalı bir biçimde üniversiteliler kendi taleplerini dile getiriyorlardı. Ve bu süreçte bir takım kazanımlar da elde edildi. Mesela Kavaklık direnişinde militan inceliği diyebileceğimiz üniversitelilerin bilimle kurduğu ilişkiden doğru ortaya çıkan pratiklere bakmamız gerekiyor. Öğrenciler KYK yurdunun planını çizerek ağaçların kesilmesine, Kavaklığın yok edilmesine gerek olmadan da okul içerisinde yurt yapılabileceğini yönetime ve KYK’ya göstermiş oldular. Yurt yapılacaksa bile üniversitenin aklının bunu üretebileceğini ve bunun için gereken bütün niteliklere sahip olduğunu gösterebildiler. Üniversitelere baktığımızda neoliberalizmin saldırılarıyla; kariyer kulüplerinin üniversiteye girmesi ve sermayenin üniversiteyle olan ilişkisi ile üniversitelerin dönüşümü, bütün özelleştirme girişimleri, kantinlerin, yemekhanelerin ve yurtların artık bir biçimde özel şirketlere verilmesi gibi birçok saldırı yönteminin izlendiğini görüyoruz. Üniversiteliler tüm bu saldırılara karşı isyanı Kavaklık ya da yemekhane eylemleri gibi pratiklerle açığa çıkarıyor. Mesela yemekhaneye eylemlerinde de gördüğümüz gibi üniversitelilerin temel bir hakkı olan beslenme hakkı kayyum eliyle öğrencilerin elinden alınıp sermayeye peşkeş çekiliyor. Üniversiteliler ise bu temel hakkı savunmak için kitlesel, meşru ve militan bir direniş örgütlüyor. Ve sonunda da görüyoruz ki sürekli bir ısrar neticesinde bir kazanım elde edilebiliyor. O sürece baktığımızda bu kazanımın hemen arkasından üniversiteler pandemi nedeniyle tatil edilmişti. Çünkü pandeminin başında üniversiteliler iktidarın gözünde kenara atılabilecek bir kitle olarak görüldü. Üniversiteliler KYK yurtlarından apar topar çıkarıldı, resmen kapının önüne kondu ve aile evine dönmeye zorlandı. Ve öğrencilerin yerine turistler, hacılar  yerleştirildi. Bu da ayrı bir tepki çekti. Burada da görüyoruz ki dinamizmi taşıyan ve bir özgürlük alanı yaratan üniversiteliler iktidar tarafından pasifize edilip ailelerin yanlarına gönderildi ve böylelikle öğrencilerin bütün özgürlük alanları kısıtlandı. Yani üniversitenin bütün sosyal alanlarda, kendisini geliştirme alanlarında, kendisi için özgürlük alanı yaratma ihtimalleri de daha aza düştü. Ve bu durum da insanlarda bir karamsarlığa, bireyci bir eğilimin artmasına ve kendi içine kapanıklığa doğru depresif biçimin yayılması ile üniversitelere de etki etti. Öğrenciler apar topar evlerine yollanırken yaz ile birlikte turizm sezonu açıldı ve hayat tekrar normale döndü ancak üniversiteler açılmadı. Yani sermeye için ülkeye döviz akışı için yapılanların hiçbiri üniversiteliler için yapılmadı.

Bu süre zarfında öğrenciler nitelikli eğitim hakkına ulaşamadı. Nitelikli eğitim alamıyoruz diyen öğrencilere ise okulunuzu dondurun cevabı verildi. İktidar burada da çözüm üretemediğini göstermiş oldu.

Öğrenci Kolektifleri olarak bu dönemde üniversitelerin açılması için bir kampanya örgütlemiştiniz.

Evet, “Üniversiteler Hemen Açılsın” talebiyle bir kampanya süreci örgütlemiştik. Yine bu dönemde kent merkezlerine çağrılar yaptık. Bu bağlamda 6 Kasım’da da YÖK’ün önünde eylem gerçekleştirdik. Bu dönemde bizler Telegram ve WhatsApp’ta öğrencilerle iletişim kurabildiğimiz devasa gruplar oluşturduk. “Üniversiteler Hemen Açılsın” kampanyamızı anlattığımız toplantılar organize ettik. Çünkü ülkede AVM’ler, sermayenin para döndürebileceği alanlar açıkken veya birileri toplu açılış törenleri yapıyorken, Erdoğan Ayasofya’yı açarken kitlesel mitingler düzenleniyorken böyle bir ortamda üniversiteliler okullarına dönemiyordu. Bu çelişkiyi ortaya koymaya çalıştık.

Pandemi devam ederken üniversitelerde uzun bir süre hareketlilik yaşanmadı. Ancak Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanması ile birlikte hiç beklenmedik bir sıçrama ortaya çıkmış oldu. Bu uzun soluklu direniş ayrı ayrı yönleri ile tartışılmalıdır. Ancak bu direnişin nasıl ortaya çıktığına dair değerlendirme yapmak gerekirse; öğrenciler pandemi ile birlikte evlere sıkışmış oldu ve bunun bir yere akması gerekiyordu diyebiliriz. Bu sürecin bir yıllık eve hapsolma ile de bağlantısı var. Direnişe baktığımızda Boğaziçi Üniversitesi’nin kendi çelişkilerinin daha yoğun açığa çıktığını görebiliyoruz. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi daha rahat hareket alanı olan ve diğer üniversitelerde olmayan bir kısım olanakların olduğu bir üniversite. Aslında kayyum siyaseti uzun süredir ülkede var. Bu kayyum siyaseti iktidar tarafından üniversiteye yöneltildi. Bu aslında AKP’nin üniversiteyi işgal girişimi gibi üniversiteleri pasifize etmek, depolitize etmek için uygulanıyor. Mesela benim okuduğum İstanbul Üniversitesi’ne de birkaç yıl önce Mahmut Ak kayyum rektör olarak atandı ve ona karşı da bir direniş gösterildi.

4 Ocak gününe gelirsek, üniversitelilerin yan yana geldiği geniş bir düzlem vardı. Arkasından bir forum gerçekleştirildi. Yaklaşık bin, bin beş yüz kişilik bir öğrenci kitlesi vardı. Bu kadar öğrencinin yan yana geldiği, tartıştığı ve karar aldığı bu forumun bence tartışılması gerekiyor. Hem forum biçimi hem de formatın kendisi tartışılmalı. Burada politik ve fikirsel üretim gerçekleştirilmiş oldu. Arkasından kayyum rektör Melih Bulu’nun Güney Kampüse gelmesiyle birlikte üniversitelilerin büyük bir kısmı Güney Kampüse yürüdü. Orada ortaya çıkan dinamiğe, kapı önünde sınanan iradeye bakıyoruz, iktidarın uzun yıllardır kullandığı şiddeti ile karşı karşıya gelindi. O gün devrimci öğrencileri aşan bir öğrenci kitlesi vardı ve eylemi sonlandırma çağrısına karşı koyuldu. Peki bu cesaret nasıl açığa çıkmıştı? Aslında çok basit bir yaklaşımla, öğrenciler ‘burası benim üniversitem bana sormadan yönetim nasıl değişir?’ yaklaşımıyla gayri hukuki bu işleyişe ses çıkarmak istiyordu. Aslında bu direngenliği yaratan şey birlikte hareket etme halinin kendisidir. Kolektif önderlik diye tartıştığımız şeyin kendisi hareketin dinamikleri içerisinde bize gösterilmiş oldu.

Boğaziçi Direnişi bir zaman sonra dinamiklerin zayıflaması, siyaset tarzının ve yönünün değişmesi, kitlenin tali konuma atılması ve yukarıdan kitleye ne yapması gerektiğini söyleyen bir tarzın açığa çıkması ile 4 Ocak günü düzenlenen forum işleyişinden uzaklaşmış olduk. Böylelikle hareket sönümlenmeye başladı. Bu durumu tarihsel örneklerden de görmek mümkün, Koordinasyonlar sürecine baktığımızda da yenilgiye giden süreç öğrencilerin demokratik işleyişe katılmaması, karar mekanizmaları içerisinde harekete yön verememesi etkili olmuştu. Mesela yukarıdan kurulan Dayanışmaları da buradan değerlendirmek lazım. Birkaç örgütün yan yana gelip dayanışma kurması yerel dinamikten bağımsız ikameci bir anlayışa denk geliyor. Çünkü Boğaziçi’ndeki dinamikle Yıldız Teknik’teki dinamik aynı olmaya biliyor. Yukarıdan kurulan bir aracında gerçekçiliği kalmamış oluyor.

Bu sürecin hemen sonunda okulların açılmasıyla birlikte Yurtsuzlar çalışması örgütlendi bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başta da söylediğimiz gibi üniversitelilerin sorunları bitmiyor. Ve bu sorunlara gösterilen tepkiler kesintili biçimde de olsa sürekli kendisini var ediyor. Okulların tekrardan yüz yüze olacağı kararının ardından konut krizi ortaya çıktı. Özellikle büyükşehirler ve üniversitelilerin yoğun olduğu şehirlerde hayat pahalılığı ve ev kiralarındaki artış ile beraber bu krizin ortaya çıkacağı az çok belliydi. Krizi derinleştiren en büyük faktör yeterli devlet yurdunun olmamasıydı. Birçok yurt gerici tarikatlara verilirken öğrencilere özel yurtlar çözüm olarak gösterildi. Bu sürecin böyle geleceğini görünce de bir çalışmanın yapılması gerektiğini konuştuk ve öncelikle durumu tespit edebilmek için bir anket çalışması yaptık. Sadece anket çalışmasıyla kalmayan bir çalışma planı yapmıştık. Nöbet planı yaptığımız dönemde Barınamıyoruz Hareketi’nin çıkışı gerçekleşti ve bizler de öğrencileri daha fazla nasıl dahil edebileceğimizi konuştuk. Ve bu tartışmayı yürüttüğümüz sizlerle birlikte Yurtsuzlar çalışmasını hayata geçirmiş olduk. Sonrasında da bilindiği üzere nöbetlere saldırılar gerçekleşti ve bizler de ‘Nöbetimizi Dağıtıyoruz’ diyerek eylemleri bulunduğumuz tüm alanlara yaydık. Taksim’de eylem yapıp gözaltına alınmayan bir kitle olduğunu uzun süredir hatırlamıyorum. Militanlığa ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Militanlık salt sokakta verilen bir dövüş gibi algılanıyor ve militanlık buradan ölçülmeye çalışılıyor. Aslında battaniye ile birlikte vapurda veya taksimde eylem yapıp insanların aklında yer edindirebilmek yaratıcı militanlıktır.

Mesela Boğaziçi direnişindeki kapıya takılan kelepçe, yazılan şarkılar direnişin sembolüydü. Yurtsuzlara baktığımızda ise yorgan ve battaniye sembol haline geldi. Barınma eylemleri olurken battaniye ile yolda yürümek gözaltına alınma ihtimalini yaratmıştı. Battaniyeye politik bir anlam yüklenmiş oldu. Barınma eylemleri sönümlenmeye başlamışken mesele ‘barınmaktan’ ‘barınmanın niteliğine’ sıçramış oldu. Yemeklerden çıkan fare ve benzeri şeyler ve yurtlarda çıkan kimi sorunlar aslında barınmanın niteliğini ortaya çıkardı. Aslında tüm bunlar mücadelenin birleşik bir hatta yürütülmesi gerektiğini bir daha göstermiş oldu. Geleceğe dair baktığımızda ise öğrenci eylemleri sürekli halde devam edecektir. Çünkü ülkenin içinde olduğu siyasal ve ekonomik kriz, gençliğin çıkış yaratacağı olanakların olduğunu gösteriyor. Bu süreçteki eksiklik ise sürecin kesintili bir biçimde yürütülmesidir. Buna çözüm ise ısrarlı ve iradi biçimde müdahale edecek bir programın yaratılmasıdır. Bugün sürekli bir irade ortaya koyan kararlı bir üniversite çizgisinin olmadığını görüyoruz. Eğer olsaydı Boğaziçi’nde daha başka bir galibiyet alabilirdik. Evet Melih Bulu gitti ancak planlı programlı bir üniversite çizgisi olsaydı Naci İnci gelmeyebilirdi. Bunun üzerine kafa yorulup programlı bir hattın örüleceği ve bütün gücümüzü kitleden alabileceğimiz öncü bir tarza kavuşmamız gerekiyor. Evet yaptığımız eylemler öncü bir tarz yaratabiliyor ama öncüyü öncü yapan şey kitleye yapabileceklerini göstermesidir. Bugün değerlendirilmesi gereken, yaptıklarımızı kitlelere ne kadar benimsetebildik ve yapılanların ne kadar toplumsallaştığıdır.

Cihan’ın ki uzun ve kapsayıcı bir girizgâh oldu. Buradan devam edelim, siz dönemi nasıl okuyorsunuz. Son bir yılın gösterdiği gibi öğrenci direnişleri/eylemeleri artarak devam edebilecek mi?

Öğrenci Faaliyeti Lizge Biter: Cihan zaten eylemlerin hepsini çok güzel özetlemiş oldu. Hepsinden çıkan ortak nokta da şu; insanların artık en alttaki sorunları en yakıcı sorunları olmaya başladı. O yüzden çizdiğin hat da bunun üzerinden giderse önünde kazanım elde edebileceğin ve gerçekten kitleleri de bu politikliğin içine akıtabileceğin kanal yaratabiliyorsun. ODTÜ Kavaklık’a bakalım, İÜ yemekhaneye bakalım bunların hepsi çok temel sorunlar. Ve bunlar ortaya koyulan yöntemleri sonucunda hep kazanımla sonuçlanmış. Demek ki aynı zamanda şöyle bir şeyi de anlatıyor bu meselenin kendisi, biz önümüze ulaşılabilir hedefler koyduğumuzda, kazanıma yöneltilebilecek bir politik hat çizdiğimizde aynı zamanda da insanlara güven inşasını tekrardan kurduğumuzda bir kazanım elde edebiliyoruz. Bir sonuca varabiliyoruz. Hani hep karşılaştığımız tepki şu olur ya bizim: “bunu yapacağız da ne olacak sanki?” Hayır. Gerçekten sürekli ve kalıcı bir şey inşa edebilirsek hakkımız olanı da alabiliyoruz cevabını veriyor.

Boğaziçi Direnişinde de biraz şöyle geliyordu bana: Boğaziçi ilk ortaya çıktığında ilk önce kampüste başladı, hemen kendisini yarattığı kitlesellikle kampüsün dışına taşıyabildi ve ilk zamanlar ürettiği sözlerin hepsi bizim için çok da geçmişe dayanmayan mücadele hafızamızda var olan şeyleri birleştirdi. Soma’yı söyledi, Çorlu’yu söyledi, Kobane’yi söyledi ve bunları aslında kendi ürettiği gündemle birleştirerek karşısına sadece Melih Bulu’yu değil saray faşizmini de almış oldu. Bu yarattığı kapsayıcılıkta eğer bugünün tespitinde konuşuyor olursak şu an yaşanan çoklu kriz dönemini derinleştirici bir hatta kendini bürümüş olmuştu. Ama bu demek olmadı ki aynı kapsayıcılık ve süreklilik kendisini bu şekilde devam ettirebildi. Ettiremedi ki nitekim bugün bu pozisyonda. Çünkü bazen sadece kendi yerinden beslenmeyi bırakıp karşıya odaklandığın zaman da sırtını dayadığın kitleden çok uzaklaşmış olduğunu fark etmiyorsun.

Bu hareket tarzının döneme göre nerede durduğunu biraz daha açacak olursam, bu çoklu kriz döneminden bahsetmek lazım. Faşizmin çoklu krizinde tek merkezde toplanmaya yani tek merkezde idare edilmeye çalışılan biçime büründüğünü düşünüyorum. Bu merkez işte saray etrafında somutlaşıyor, bu nedenle toplumsal alanda inşa edilen her şey yukarıdan aşağıya da kemikleştiği için, yukarıdan aşağıya krizleşen her şey, en altta filiz veren her şey en yukarıyı etkileme potansiyeline sahip oluyor. Bu demek ki en alttaki krizleri etkilemek demek en yukarının artık bundan çok daha kolay etkilenebilir olduğunu göstermek demek. Yani bugün geçinemiyoruz, barınamıyoruz ya da “yurtsuz” sözcüğünün kendisi bile en yukarıyı bir şekilde etkilemek zorunda kalıyorsa bu da aslında içinde bulunduğumuz çoklu kriz dönemini derinleştirebilecek kanallara sahip olduğumuzu gösteriyor. Ama aynı zamanda bize yeni siyasallaştırıcı kanallara ihtiyacımız olduğunu da söylüyor. Yani bu bizi meselenin en başında açmaya çalıştığım yere döndürüyor . Siyaset nedir? Bence siyaset, uzun erimli hedeflerle ulaşılabilir kazanımlar için politik hat çizmek demek. Çünkü bu aynı zamanda bugün politik örgütlemelerin ihtiyacı olan şeyin aynı zamanda toplum nezdinde de güven inşası olduğunu düşünmek gerekiyor. Bugün herkes daha bireyci ve herkes  rekabetçiliğin içerisinde boğuluyor, geleceksizlik kriziyle meşgul oluyor. Ve pandemiyle beraber bu durum daha çok katmerlendi. Bugün rekabetçiliğin karşısına dayanışmayı koyalım, şunu koyalım, bunu koyalım diyoruz. Ama bunun somut işi ne olacak sorusunun cevabı bugün en altta kaynayan talepler oluyor. Yurt meselesi bugün bu kadar yakıcı bir gündem yani insanlar gerçekten evsiz kalabiliyorlar. Pandemide öğrencilerin yurtlardan atılmasıyla başlayan furya öğrencilerin okullara geri dönmesiyle beraber ev bulamamasıyla devam ettiyse bunun bir şekilde sinyalleri vardı. Şimdi buna ait kalıcı kanallar oluşturacak bir şeyler gerekiyor demek ki aynı zamanda.

“Bu eylemlikler devam eder mi?” sorusu: Evet bu eylemlikler devam edebilir, ama bu eylemlikler nasıl sürekli kalıcı ve kendini bir inşa sürecine dönüştürecek asıl sorunun burada bütünleşmesi gerektiğini de düşünüyorum. Çünkü evet, Boğaziçi Direnişi yaşandı, bazen bu kriz anlarını derinleştirmek ve oradan kalıcı hüviyetler çıkartmak çok önemli oluyor. Mesela Dayanışma o gün orada ortak hareket edebilme kabiliyetini taşıyan bir potansiyeli vardı. Ancak devamlılığı ve kalıcılığı olmadı çünkü merkezi ortak hareket edebilme anlayışının oturmadığını gördük. Demek ki böyle küçük küçük sorunlar üremeye devam edecek çünkü şimdi artık çok daha hayati sorunlarla uğraşıyor, boğuşuyoruz. O yüzden en temel haklarımız için de eylemlikler devam edecektir ama önemli olan mesele bunu bir direniş hattında nasıl buluşturabiliriz, nasıl bunun devamlılığını ve kalıcılığını sağlayabiliriz?

Aslında değerlendirmeler bir birine yakın, aynı soruları sana da yöneltmiş olayım.

Öğrenci İnisiyatifi Sümeyye Köse: Aslında Cihan pandemi öncesi yakın döneme ve pandemiye dair gelişen sürece bir özetle girmiş oldu, Lizge biraz daha derinleştirdi. Bu nedenle ben senin sorunun aslında büyük bir kısmını oluşturan süreçten bahsedeceğim. Hem pandemi öncesi yakın dönemde hem de pandemiyle birlikte ortaya çıkan kimi zaman parçalı kimi zaman sürekli direnişler olduğunu görüyoruz. Ama pandemi öncesi yakın döneme baktığımız zaman 2019’un 2020’ye devrettiği bir isyanlar silsilesi vardı. Hem dünyada hem Türkiye’de çoğunluğunu gençlerin ve kadınların oluşturduğu milyonlar sokaklara döküldüler ve öfkelerini göstermiş oldular. Aslında pandemiyle birlikte hem dünyadaki hem de Türkiye’deki krizin giderek derinleştiği ve bir yönetememe krizinin ortaya çıktığını görüyoruz. Türkiye özelinde; bu yönetememe krizi iktidarın hem ekonomik hem de siyasal krizini iyice derinleştirse de faşizmin kurumsallaştırılması yolunda pandeminin, iktidar tarafından kendisine uydurabileceği bir kılıf ve fırsat olarak karşılandığını söyleyebiliriz. İktidar tüm mevzilerde bu durumu bir fırsat olarak kullanmaya çalıştı. Şimdi üniversitelere döndüğümüzde bu öfkelerin kendisinin bitmiş olmadığını gördük. Yemekhane eylemliliklerinde ortaya çıktı, belli kazanımlara ulaştı, ODTÜ’de ortaya çıktı, belli kazanımlara ulaştı.

Fakat parçalıydı. Buna zaten daha sonrasında detaylı bir şekilde gireceğiz. Üniversitelerden arka arkaya gelen parçalı çıkışlar pandemiyle birlikte üniversitelilerin eve kapanması, online eğitim, uzaktan eğitim, geleceksizlik, işsizlik ve geçinememe problemleriyle birlikte gelişen bir birikimin sonucunda ortaya çıktı. Boğaziçi direnişi de öğrenci gençlik hareketinde uzun süreli bir sessizliği bozdu ve onu özgün kılan da ülke gündemine doğrudan girebilmesiydi. Ve bugün Boğaziçi direnişinin karakterine bakarsak; direniş, zayıflasa bile yeni direniş biçimleri yaratması ve kendisine özgün direnişler yaratması açısından hala önemli bir yerde duruyor. Bununla birlikte yeni döneme girerken ülkenin dört bir yanından artarak barınamıyoruz, geçinemiyoruz çığlıkları yükselmeye başladı. Türkiye’deki ekonomik krizin giderek derinleştiğini görüyoruz. Bu krizin kendisi artarak devam ediyor. Bu barınamıyoruz, geçinemiyoruz çığlığı da aslında yeni dönemde hem nitelikli eğitim hem de ekonomik talep olarak daha da yükselme potansiyeli barındırıyor.

Bununla birlikte, üniversitelere dönük artan saldırıların ve öğrenci gençlik hareketinin kendi içindeki sıkışmışlığının ve parçalılığının biriktirdiği potansiyelin iktidarla ya da kendi yaşamsal alanlarına dönük saldırılarla hala uzlaşmadığını görüyoruz. Bu potansiyellerin farkındayız. Bunun tespitini yapabiliyoruz. Şimdi içinden geçtiğimiz özgün koşullarda Türkiye 2023 konjonktüründen geçiyor ve bu konjonktürün kendisi sadece öğrenci hareketinde değil, Türkiye’deki birçok toplumsal hareketliliklerin ivmelenerek artabileceği (parçalı olsun veya olmasın) bir potansiyel barındırıyor. Çünkü iktidarın kendisini var ettiği dincilik, erkeklik ve ırkçılık üzerinden politikalarının doğrudan yansımalarını üniversitelerde görebiliyoruz (uzun yıllara yayılmasıyla birlikte). İktidar bu baskısını iyice arttıracaktır, fakat yeni dönemde de üniversitelerdeki öğrenci karakterine baktığımızda da kendisine ve üniversitelere yönelik saldırılara doğrudan bir çıkış gösteremese bile iktidarın baskı, zorba, muhafazakar dayatmasını kabul etmeyen bir karakter taşıyor ve Boğaziçi direnişinin hafızasını taşıyor bu öğrenciler. Arkadaşlar da bahsetti, örgütlü bir mücadelenin kendisine evirilmemiş olsalar bile bu potansiyeli içinde barındırabiliyorlar. Bugün aslında iktidarla ve sermayeyle uzlaşmayan öğrenci karakteri, barınamıyoruz ve geçinemiyoruz çığlığı ile ortaya çıktı demiştik. Bunlar demokratik ve ekonomik talepler ve karşı çıkışlar olarak devam edecektir. Artan bir direniş gelişeceğini öngörebiliriz fakat bu direnişin karakteri, boyutu veya nereden çıkacağı bunun nereden yakalanması gerektiği aslında bizim bugün acil görevlerimiz olan ve tartışmamız gereken bir konu olarak da önümüzde duruyor. İçinden geçtiğimiz siyasal ve toplumsal süreç öğrenci hareketinin krizini yarabilecek ve öğrenci hareketinin ileriye doğru bir atılım yapabileceği olanağı barındırırken bu olanağı nasıl kullanacağı ve bu ortaya çıkan parçalı direnişlerin geçici olmaması, kitleselleşmesi ve örgütlü bir mücadeleye nasıl evrilteceği buradaki esas mesele, esas sorun. Artarak devam etse dahi bu devam etmesinin önümüzde ki süreçte parçalı olup yine kesik kesik kendi potansiyelini aşamayan ve kendini yanlış taktiklerle ve adımlarla tüketen, kendi içine göçen bir yerden mi yoksa giderek yükselen, kitleselleşen ve kendi taleplerini aşan bir yerden mi olacağı bence buradaki esas soru olmalı.

Çoklu kriz değerlendirmesi yapıldı, buna katılıyor musun? Bir de bu parçalı direnişlerin açığa çıkmasının temel nedeni nedir?

Öğrenci Dayanışması Sıla Öztürk: Evet çoklu kriz değerlendirmesi yapmak doğru ve bu çoklu krize akademik krizi de eklersek yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Çünkü, 80’lerden sonra üniversitelere yönelen neoliberal dönüşümün geldiği son aşamada artık üniversite öğrencileri, içinde bulundukları bilgi üretim aktarım süreçlerinde kendilerini özne olarak hissedemiyorlar, göremiyorlar. Bunu hayal etme noktasında dahi çoğu zamanda geri planda kalabiliyorlar. Üniversitelere yerleştirilen teknokentlerden üniversite içerisindeki bilgi üretim süreçlerinin sermaye yararına şekillenmesine, üniversitelilerin kendini gerçekleştirebilecekleri alanların sınırlandırılmasından yemekhane ve kafelerin özelleştirilmesine kadar birçok şeyi bu duruma örnek olarak sayabiliriz.

Buna bir de AKP iktidarı eklendiğinde, onun baskıcı otoriter ve üniversiteleri “fethetmeye” ve kendi makbul öğrencilerini yaratmaya yönelik saldırıları üniversite gençliğinde bir nefes alamama hali yaratmış durumda. Bu içinde bulunduğumuz ekonomik krizde üniversitelerde genç yoksulluktan, güvencesizlikten ve geleceğini görememekten bahsetmek mümkün ve bir biçimiyle yurt dışına çıkmak üniversite gençliği için bir kurtuluş olarak görülüyor. Şöyle bir düşüncenin hakim olduğunu düşünüyorum. Karşılaştığımız arkadaşlara “gittiğin başka ülkede de aynı güvencesizlik, yoksulluk problemleriyle karşılaşabilirsin, bu bir dünya problemi” gibi konuştuğumuzda şöyle durumlar söz konusu oluyor: “Orada da güvencesizlikle karşılaşacaksam, orada da sömürüleceksem en azından AKP iktidarının olmadığı bir yerde bunu yapmak istiyorum” cevabı alıyoruz. Türkiye özelinde ise AKP’nin baskıcı, otoriter ve gençlikle kanının uyuşamaması hali söz konusu.

Bundandır ki üniversitenin öz problemlerine karşı gelişen süreçleri gerek yemekhane olsun gerek içerisinde bulunduğu üniversitenin yönetimine dair söz hakkını, demokrasi talebini dile getirmek olsun gerekse yaşadığı alanı belirlemek olsun -Boğaziçi, Kavaklık, İÜ yemekhane direnişleri bunların örnekleridir- her bir öz problemi aslında bir biçimiyle iktidarla karşı karşıya gelme, sahada da karşı karşıya gelme, problemin kendisiyle de karşı karşıya gelme hali yarattı. Oradaki direnişler bir biçimiyle AKP ye karşı, özelinde de Erdoğan’a karşı da verilen böyle bir temel motivasyona karşı hallere büründü. Ki bu bir güç dengesidir. Ne kadar örgütlüysen kitle olarak, iktidara karşı verdiğin o sahadaki karşılaşma alanındaki durumun senden doğru bir kazanıma evrilip evrilmeyeceği de bu güç dengeleriyle alakalıdır. Şu an üniversite gençliğinin örgütsüz hali aşikar, çok büyük bir tespit değil. Bu güç dengesinde bir taraftan faşizmin kurumsallaşması sürecinde faşizme varan bir iktidar ve bir taraftan da örgütsüz genç kitleden bahsediyoruz. Bu sahadaki karşılaşma olanağıyla o yüzden bu üç deneyimde de kazanım diye yer yer bahsetmek de zaten İÜ’de net bir kazanımdı, Kavaklık benzer bir şekilde, Boğaziçi direnişinde de Melih Bulu’nun görevden alınması bir biçimiyle kazanım olarak değerlendirilebilir diye düşünüyoruz. Elbette ki Naci İnci’nin gelmemesi daha büyük bir zafer olacaktı; fakat en nihayetinde Boğaziçi direnişinin getirisidir bu görevden alınma diye düşünüyorum. Bu bütün içerisinde çok büyük bir can yakıcı sorunlarla derinleşen hem ekonomi hem demokrasi sorunlarıyla, üniversite özelinde veya ülke genelinde karşılaşıyoruz. Karşılaşmaya da devam edeceğiz. Bu karşılaşmalar sonucunda eylemliklerin devam etmesi bir öngörü olarak ortaya koyulabilir. Bunun parçalılığı da elbette ki bir tespit olarak ortaya konulabilir. Bunun ötesinde de biz bunları nasıl daha programlı daha kanalize bir hala getireceğiz? Salt üniversite öğrencilerinin eylemliliklerinde değil, belki dünya genelinde de cevabını bekleyen sorulardan biri.

Devam Edecek…