“İnsanın dünyayı,düşüncelerini, davranışlarını sorgulaması; ana akım sinemanın başlayan ve biten hikâyelerinin karşısında başlayan fakat bitmeyen,izleyiciye haz ve rızanın ötesinde şüphe ve rahatsızlık veren ‘politik’ bir sinema var olduğunda mümkün olur”

Sümeyye Köse*

19.yüzyıl sonlarından 21.yüzyıla kadar gelişerek ilerleyen sinema, kendine özgü anlatım biçimi ve içerdiği toplumsallıkla birlikte sanatlar arasındaki yeri ve işlevi açısından önemini korumaktadır. Sinema teknolojik bir devrimin sonucunda gelerek sanatın ulaşılmazlığını, tek boyutluluğunu kırmış; izleyiciyle ilişki kurabilme imkanı sağlamıştır. Var olduğu toplumla ilişkisi şüphesiz bir gerçekliktir ve geçmişte olduğu gibi bugün de insanı ve dünyayı anlatmaya, toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik atmosferi yansıtmaya devam etmektedir. 

Sinema sadece ‘temsil’ kavramı üzerine kurulu değildir. Filmsel zaman ve mekan içinde yayılarak birbirini izleyen hareketli imgeler bütünü insan zihni ve düşüncesini sinemanın sahip olduğu “hareket” yetisiyle kuşatır. Bu kuşatma seyirciyi doğrudan özne kılar ve sinemanın yarattığı ‘gerçekliği’ ona iletir. Toplumsal, kültürel ve ekonomik bütünün bir parçası olan sinema; anlam üretir, bilinç yaratır, denetim sağlar. Hayatın kamusal/özel alanlarıyla doğrudan veya dolaylı ilişki kurar. İçinde düşünce, eylem ve hareket barındırır. Varlığını, işleyişini, üretim biçimini toplumsal ilişkiler ağından alan sinemanın politikliği de kaçınılmaz bir gerçekliktir. 21.yy insanı sinemanın politik gerçekliğinin karşısında duran politik bir öznedir. Bu bağlamda sinema politik işleviyle insanın dünyasını yeniden kuran politik bir araçtır. Kurulan bu dünyanın sınırlarını ve kurallarını belirleyen ise egemen ideolojinin kendisidir. Ortaya çıktığı ilk günden beri, insanların duygu ve düşünce dünyasını etkileyen, eylemlerini yönlendirebilen sinemanın egemen gücün ellerinde sadece bir sanat dalı olarak var olabileceğini söylemek; sanatın hayatla kurduğu ilişkiyi anlamlandıramamak ve otoriter gücün karakterini görmezden gelmektir.

Sinemanın seyirciyle kurduğu ilişkinin işlevini iletilen gerçekliğin niteliği belirler. Ana akım sinema toplumda egemen ve baskın güç olan düşünceleri yeniden üretir ve toplumsal belleği örgütler. Egemen sınıfın çıkarlarını koruyup belirli ideolojileri seyirlik hale getirir. Sosyal ve ekonomik planlamalardan ayrı düşünülemeyecek bu durum kapitalist toplumsal düzenin yeniden üretimini gerçekleştirir. Film,dizi,video,dijital içerik kısacası tüm kitle iletişim araçları kapitalist üretim ve tüketime dahil olmuştur. Bu işleviyle kamera egemen sınıfın elinde manipülatif ideolojik bir aygıttır. İnsan ve dünya arasındaki yabancılaşma sinemasal alanda da kendini gösterir. Egemen ideoloji; hayattan ve insandan kopuk, parçalara ayırdığı ve bütünü görmeyi engellediği ‘gerçeklik’ yanılsamasıyla beyaz perdeye çıkar. Seyircinin zihni bulandırılırken egemen sınıfın çıkarlarının ve alışkanlıklarının propagandası yapılır. 

Sistemin kusursuz işlediği, en iyi düzenin var olan düzen olduğu yanılgısı; yaratılan ‘kahramanlar’ üzerinden verilir. Kahramanlar düzenin kendisine değil düzenin içindeki olumsuz özne-nesnelere savaş açarlar. Filmin dramatik yapısında kahraman daima hâkim olan düzeni yeniden sağlar. Sistemin çarkları görünmez kılınır, bireyin değiştirme dönüştürme iradesi yok sayılır. Kurtuluş ‘bir’ kahramanın ellerindedir. ‘Bir’ olan kutsallaştırılırken kolektif bilinç parçalanır. Seyirci haz alma ve rıza gösterme arasında seyreden akışa sürüklenir. Bu noktada sorulması gereken soru şu olacaktır: Eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk kavramlarının neden-sonuç bağlamından ve tarihsel sürecinden koparılıp gündelik hayatın sıradan bir durumu haline getirildiği böylesi bir zamanda sinema bir direniş biçimi olabilir mi?

Biliyoruz ki sanat ve egemenler aynı safta yer aldığı sürece ideolojik hegemonya her seferinde yeniden üretilecek ve topluma sunulacaktır. Sanatı özgür ve devrimci kılmanın yolu siyasal mücadeleden geçer. Özel mülkiyetin temel olduğu bir düzende sanat da ‘satılabilir’ olma kaygısıyla yapılacaktır. Dolayısıyla sinemanın içeriğiyle birlikte üretim biçimi ve koşullarının da değişmesi gerekir ki bu ancak siyasal ve sosyal bir değişimle mümkün kılınabilir. Fakat hayatın her alanında verilen politik mücadelenin sanat ve kültür alanında verilmesi; yeni mücadele yöntemleri ve koşulları üretmek için bir araçtır. Politik bir özne olan insanın sinema ve hayat arasında kurduğu ilişki politik bir sinemanın ‘nasıl’ olacağı hakkında da ipuçları taşır. 

Sinemadan çıkan insanın dünyayı, düşüncelerini, davranışlarını sorgulaması; ana akım sinemanın başlayan ve biten hikâyelerinin karşısında başlayan fakat bitmeyen, izleyiciye haz ve rızanın ötesinde şüphe ve rahatsızlık veren ‘politik’ bir sinema var olduğunda mümkün olur. 

Film ve izleyici arasındaki özdeşleşme egemen ideolojinin duygu yüklü hezeyanları yerine eleştirel bir kavrayışla gerçekleştiğinde duyguları tek taraflı manipüle ederek mevcut toplumsal düzeni destekleyen mekanizma çalışamaz hale gelir. Ana akım sinema eliyle oluşturulan mitlerin ve kahramanların karşısında sıradan karakterler, gündelik ve politik olabilen hikâyeler vardır. Parçalanan kolektif bilinç yeniden yaratılır. Kamusal ve özel alan arasındaki çizgi kalkmıştır, özel olan her şey doğrudan politiktir de. Düzenin politik alanı hapsettiği sınırlar ihlal edilir. Düşünüş ve eylem potansiyeli taşıyan sinema böylece evrensel politik bir gerçeklik yaratma uğraşı ve imkânına erişebilir. Ulusal ve evrensel boyutta politik sinemanın birçok örneği olduğu gibi, ‘politik sinema yapma’ üzerine devam eden düşünsel tartışmalar da vardır. 

Esasen ‘politik film yapmak ve politik yöntemle film yapmak arasındaki fark’ bu yazıda konu edilen sinemaya yeniden bakma meselesinin peşi sıra gelmesi gereken bir tartışmadır.

Godard’ın “Ne Yapmalı” manifestosunda söylediği “Politik yöntemle film icra etmek militan olmaktır” sözü önemli bir yeri işaret etmektedir. Yeniyi icra etme peşinde ve dünyayı değiştirme iradesinde olan bizlerin önünde sinema tüm ilişki ve çelişkileriyle bir mücadele alanı olarak durmaktadır.

*MSGSÜ Öğrenci İnisiyatifi