*Betül Aksu
2019 yılının sonlarında, Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıktığı iddia edilen Covit-19 salgınının Türkiye’deki ilk vakası 11 Mart 2020’de görülmüştür. 23 Mart 2020’de vakaların tüm Türkiye’ye yayıldığı resmi kaynaklar tarafından açıklanmıştır.
Bu makale, Covid-19’un yarattığı küresel sağlık krizinin arkasında, uzun mücadeleler verilerek kazanılmış temel hak ve özgürlüklere yapılan saldırılara değinmektedir.
Görünmez ev işi emeğinin ve ev içi şiddet vakalarının artmasıyla beraber, muhafazakâr hükümetler bu pandemi sürecini de fırsata çevirmiştir. Bu süreçte salgın bahane edilerek kadınların temel hakkı olan kürtaja erişimin doğrudan ya da dolaylı olarak kısıtlandığına değinerek başlayalım.
Türkiye’deki yasalara baktığımızda kadınlar istenmeyen gebeliği sonlandırmak için gebeliklerinin 10. haftasının sonuna kadar herhangi bir sağlık sorunları olmasa da kürtaj yaptırma hakkına sahiptirler. Fakat medikal kürtaj için kullanılacak ilaçlar askıya alınmış durumdadır. Geriye kalan ve tek yol olan cerrahi kürtaja erişim de fiili olarak kısıtlanmıştır. Bu süreçte karşılaşılan durumlarda ise “hastanelerin ve hastane çalışanlarının pandemi sorumluluğu var” denilerek çeşitli bahaneler türetilmektedir. Ya doğuracaksın, ya doğuracaksın! söylemiyle var olan iktidar politikası kendini apaçık göstermektedir. İktidar ve onun politikalarına karşı kadınların ısrarlı mücadelesi ve kadın dayanışması ise bu süreçte olumlu sonuçlarla örnek teşkil etmektedir. Kürtaj haktır! Yasaklanamaz ve engellenemez.
Bir diğer yandan ise salgın süresinin bir döneminde, belirli şehirlerde, tüm aile bireylerinin evde kalmış olmasının kadınlar için bazı sonuçları olmuştur. Bunlardan bir tanesi de, kadınların ev içi görünmez emeğin çok daha fazla artmış olmasıdır. Tüm aile bireylerinin evde kalması daha fazla çamaşır ve bulaşık yıkanması, daha fazla temizlik ve yemek yapılması, evde bakım alan bireye daha fazla özen gösterilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu da şu anlama gelmektedir; iş yükünün erkekler aleyhine değil, görünmez ev içi emeğin doğal işçileri olan kadınlar aleyhine artması.
Bir başka konu ise, ülkede kadın istihdamının yoğunlaştığı sektörlerde iş güvencesizliğinin daha fazla görüldüğü hususudur. Örneğin gündelik işlerde çalışan veya sabit gelirli bir işte çalışmayan kadınlar açısından bu süreç, ekonomik bir gelir elde edemeden ve sosyal güvencelere erişemeden geçirilen ve ne kadar süreceği belirsiz bir süreç olmuştur. Tabii ekonomik güvenliğin yanı sıra bir de fiziksel güvenlik meselesi gözardı edilmemelidir.
Milyonlarca kadın için ”evde kal” çağrısı güvenlik ve korunma anlamına gelmemekte, şiddet, korku ve tehdit anlamına gelmektedir. Şöyle ki; kadına yönelik şiddetle mücadele mekanizmalarının önemli bir kısmı, ev dediğimiz özel alanın, kadın için güvenlikli hale getirilmesi gibi temel bir amaç üzerine kurulmuştur. 6284 sayılı şiddet yasası, kadınların evde güvende olabilmesi için çıkarılmıştır. Şiddet uygulayan erkeklerin ev içindeki hâkimiyetlerine anında müdahale eden sistemsel bir değişimin de parçasıdır. Tarih boyunca ”yetkim yok, müdahale edemem” diyerek kadın cinayetlerine göz yuman polis, 7/24 şiddete maruz kalan kadının başvurusuna istinaden şiddet uygulayanı 24 saat süre ile uzaklaştırmaya yetkilendirilmiş ve görevlendirilmiştir.
“Evde kal” çağrısı tek başına bir çağrı olduğunda, kadınların çeşitli mekanizmalara başvurması için bile yeterli düzeyde caydırıcı olmayabilir. Kadınlar salgın öncesinde bile, kurumlara başvurmakta çeşitli çekinceler yaşarlarken, salgın döneminde bu haklarından tamamen feragat edebilirler.
Bu nedenle “evde kal” çağrısı yapan resmi kurumlar kadınların temel sağlık ihtiyaçları olabileceğini, kadınların iş güvencesinden yoksun kalabileceği ve ev içi şiddetin kadınlar aleyhine artabileceği gibi durumları göz önünde bulundurarak, kadınlara daha fazla destekte bulunmalı ve onların doğal haklarına ulaşabilmeleri için yol gösterici olmalıdırlar. Kadınların toplumsal yaşamdaki durumları gözetilmeksizin, salt yapılan “evde kal” çağrıları kadınların daha fazla mağduriyet yaşamasına neden olmaktadır.