*Osman Delimehmet
Bugün futbol birçoğumuzun hayatına bir şekilde girmeyi ve hatta bazılarımızın hayatının en önemli aktivitesi olmayı başarmıştır. Çoğumuzun her hafta maçını iple çektiği, her yıl formasını satın aldığı, stadına gidip desteklediği bir takımı vardır. Belki de insanları doğumlarından ölümlerine kadar etkisi altına alabilen tek aktivitedir futbol. Bu başarının nasıl ortaya çıktığı ise incelenmeye değer bir konudur. Nasıl oldu da 18. yy’ da yalnızca köylülerin boş vakitlerinde oynadıkları bu spor bugün milyonlarca insanı etkisi altına aldı ve içinde çok büyük paraların döndüğü bir sektör haline geldi? Çocukluğumuzda mahalle aralarında eğlenmek için oynadığımız oyun nasıl 300 milyar dolar büyüklüğünde bir piyasa yaratabildi? Bu soruları cevaplandırabilmemiz için öncelikle futbolu sadece bir spor olarak değil farklı alanlarla ilişkileri içerisinde incelemeliyiz.
Futbolun yalnızca bir spor olmaktan çıkıp ticari kuruluşların para kazandığı bir alan haline gelmesinin miladı olarak 1863 yılında İngiltere Futbol Birliği’nin (FA) kurulmasını kabul edebiliriz. Bu birliğin kurulmasıyla futbol kurumsal bir yapı kazanmış ve bugünkü şekliyle olmasa da bir iş kolu haline gelmeye başlamıştır. Bu tarihi izleyen yıllarda futbol, gelirlerin artmasını sağlayan Dünya Kupası gibi dev organizasyonlara konu olmaya başlamıştır. Ancak futbolun bugünkü durumuna gelmesindeki dönüm noktası 1970’li yıllardan sonra ortaya çıkan neoliberalizmin futboldaki şirketleşmenin önünü açmasıdır. Bu dönemde reklam ve sponsorluk anlaşmaları ve yayın şirketlerinin işe dahil olmasıyla futbol, 1863’de başlayan yolculuğuna dev adımlarla devam etmiştir. Bu anlaşmalardansa en büyük payı büyük kulüpler alıp iyice büyürken pastadan onlar kadar pay alamayan küçük kulüpler rekabetin dışına itilmeye başlanmıştır. Artık futbolun kazananları “iyi olan” değil sponsorluk, reklam ve yayın gelirleri yüksek olan kulüplerdir. Yani Gary Lineker’in “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi doksan dakika bir topu kovalar ve sonunda hep Almanlar kazanır.” sözü yerine artık hep mali gücü yüksek olanlar kazanır diyebiliriz. Ülkeleri tek tek incelediğimizde de her ülkede şampiyon olan takımın genelde aynı takım olduğunu görürüz. Ligler başlamadan kimler şampiyon olur diye tahmin yürütmeye çalışsak cevaplarımız benzerdir: İtalya’da Juventus, Almanya’da Bayern Münih, İspanya’da Barcelona ve İngiltere’de M. City veya Liverpool deriz. Bu kulüplerin rakipleri özellikle 2000 yılından itibaren yarışın çok gerisinde kalmaya başlamıştır. Bu son yılların parlayan kulüpleri olan PSG ve M. City ise büyük sermayedarlar tarafından satın alınmasıyla büyük başarılar kazanabilmiştir. Bu iki takım aslında günümüz futbolunu en iyi anlatan örneklerdendir. Ancak bunların dışında da kulüplerin satın alınması haberleriyle artık sıkça karşılaşmaktayız. Özellikle Katar şeyhleri futbol piyasasının ortaya çıkardığı geliri görüp yatırımlarını buraya yapmaya başlamıştır. Türkiye’de de Acun Ilıcalı bu durumu fark etmiş olacak ki geçtiğimiz günlerde Avrupa’dan kulüp satın alacağını açıklamıştı.
Futbolu bir sektör haline getirip kapitalizme eklemleyen neoliberalizm bu şekilde onun asıl anlamını yitirmesine neden olmuştur. Mahallede oynadığımız gibi sahadaki oyuna göre kazanan takımların yerini saha dışında şirketlerin rekabetine göre kazanan takımlar aldı. Bu değişimden biz taraftarlar da etkilendik elbette. Futbolda dev şirketlerin ortaya çıkması eski futbol tutkunlarını futbol piyasasının ürünlerini tüketen müşterilere dönüştürdü. Bizim duygusal bir bağ olarak düşündüğümüz taraftarlık, kulübün lisanlı ürünlerini ve kombine biletini satın alma gibi nicel olarak ölçülebilecek bir değere indirgendi. Artık taraftardan beklenti yalnızca maç günü stada gelmesi değil kulüple arasındaki bağı yeniden inşa etmesini sağlayan bu harcamaları sürekli yapmasıdır.
Kapitalizmin futbolu, taraftarları çeşitli çalışmalarla tüketime yönlendirmesi yanında kitleleri etkisi altına alabilme yeteneğiyle de iktidarlar için toplumu biçimlendirmede bir lütuf olmuştur. Binlerce taraftarın statları doldurduğu futbol, propaganda için çok uygun bir zemindir onlar için. Bu sebeple tarihte faşist liderlerin futbol kulübü kurup veya var olanları etkisi altına alıp bu alanda onun aracılığıyla var olma çalışmalarına rastlarız. Örneğin Franco’nun Real Madrid’i Mussolini’nin Lazio’su vardır. Bu liderler futbolu kullanarak toplumun her katmanına nüfuz etmeye çalışmıştır. Faşizmi kurumsallaştırmak isteyen Akp iktidarının da Başakşehir kulübünü sahiplenmesi bir yönüyle kültürel alanda sağlayamadıkları iktidarı sağlamaya yöneliktir. Özellikle Gezi Parkı eylemlerinde sokaklarda ve tribünlerde taraftar gruplarının etkisi Akp’ye bu alana daha fazla yatırım yapması gerektiğini göstermiştir. 2013 yılından sonra tribünlere siyaset yasağı getirilmesi, Passolig uygulaması ve iktidar yanlısı taraftar gruplarının kurulmaya başlanması buradan kendine karşı gelen sesleri bastırma ve tribünleri iktidar yanlısı sloganlarla doldurma amacına yöneliktir.
Futbolun, geniş bir piyasaya sahip olmasının etkilerini bugün tüm dünyanın mücadele ettiği salgın döneminde de görebiliriz. Başlarda liglerin ertelenmemesinde direten futbol kuruluşları, şimdi de birçok futbolcunun hayatını riske atmak istemeyip liglerin başlamaması taleplerine rağmen futbol piyasasını yeniden canlandırmak istemeleriyle başlatıldı. Türkiye’de de ligin 12 Haziran itibariyle başlatılması, futbolcuların yanı sıra tesislerde ve statlarda çalışan emekçilerin hayatını riske atmaktadır. Buradan da anlaşıldığı gibi bir avuç insanı zengin eden sporun, milyonları eğlendirmek yerine başka rolleri ön plana çıkmaktadır. Futbolun 150 yıllık dönüşümünden ortaya çıkan sonuç, o çok başka bir anlamda söylemiş olsa da Simon Kuper’in “Futbol asla sadece futbol değildir.” sözünün ne kadar haklı olduğudur. Futbol da sanat, bilim ve kültür gibi kapitalizmin talanına uğradı ve içinde spora dair çok az şey kaldı. Milyonların sevgisini kazanan futbol, kapitalist kar ilişkilerinden kurtarıldığı zaman yeniden milyonlara kazandırılabilir.