Dünya’nın tümünü etkisi altına alan ve ülkemizde de Mart ayından bu yana etkisini gösteren Covid-19 salgınıyla yaşamaya çalışmaktayız. Salgın süreci etkisini gösterdiği günden itibaren iktidarın izlediği yolun ciddiyetsizlikle başlayıp yerini sırasıyla halktan verileri gizleme/çarpıtma, tedbirsizlik, yerine getirmekle sorumlu oldukları politikaları kitlelerin üstüne atarak onların yerine getirmesini istemesi, kitleleri suçlama ve elbette sermaye ile olan ilişkilerinden kaynaklı çıkarlarına uymayan, sermayenin önceliğine kulak veren politikaların yürütüldüğünü, bunun hâlâ da geçerli olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.
Bu sürecin her türden emekçiye, kadınlara, göçmenlere, LGBTİAQ+lara, hayvanlara, yaşlılara, gençlere ve öğrencilere karşı sağlık, psikolojik, ekonomik, politik vs. birçok açıdan etkilerinin olduğunu, bu etkilerle karşı karşıya kaldıklarını, iktidarın bu etkileri karşılayacak politikaları üretmediğini, bu kesimleri bu etkilere karşı var olan enerjileriyle baş başa bırakıldığını görmekteyiz. Burada “devlet ne için vardır?” sorusu akla gelebilir.
Ülkemizde genel olarak eğitimin niteliksizliklikliği, tüccar-müşteri ilişkisine dayanan paran kadar okur, paran kadar bilgiye ulaşırsın aklının hakim olduğu ve iktidarın bu aklı hayata geçiren siyasi rolünün olduğu ortadadır. Bu rolün özellikle üniversiteler üzerinde tahakküm araçlarıyla(YÖK, kolluk kuvvetleri) sürdürüldüğü gerçeği ortadayken üstüne salgının gelmesi, bu gerçekliği hem tüm çıplaklığıyla görünür hâle getirmiş hem de derinleştirmiştir.
Salgın öncesi, Ankara’da başlayan üniversite hayatıma, KYK yurdunun bir odasında 6 kişiyle adım attım. Her bir katta 200-250 öğrencinin kaldığı, bu öğrencilerin toplamına 4 tane tuvalet ve 4 tane duşakabinin düştüğü, temizliğinin sadece hortumla su tutmak dışında herhangi bir temizlik ürününün kullanılmadığı sağlıksız koşullarda yaşadık. Yemeklerin pahalılığını, kullanılan sağlıksız malzemelerini, yemek yediğimiz ortam ve o ortamda üst üste yığılmalardan bahsetmiyorum bile. Çalışma ortamı ise yine her katta bulunan 50 kişilik odalarda gerçekleşiyordu. Her katta bulunan o 200-250 öğrenciden sıyrılıp yer bulana cin diyorduk. Yurtta yaşadığımız koşullar bunlardı. Bu koşullarda benim gibi birçok kronik hasta da vardı. Sistemin aklı böyle çalışıyordu, bize bu koşulları reva görüyordu. Onun aklının yarattığı koşulları bizler yaşıyorduk. Yani paran kadar sağlıklı bir ortamda yaşarsın, paran kadar sağlıklı, lezzetli yemekleri yersin, paran kadar ders çalışma ortamın olur. Paramızın yettiği de bu kadardı. Türkiye’nin başkentinde oldu bunlar.
Salgın sonrası, eve gitmeyi adeta bir kurtuluş olarak görürken, bunun pek de öyle olmadığını okulların uzaktan eğitime geçmesi kararıyla beraber fırsat eşitliği, ulaşılabilirlik, nitelikli ve ücretsiz eğitim sorunlarıyla daha da yakınlaştım. Uzaktan eğitimin ihtiyaçlarını karşılayacak ders materyallerinin, bilgisayarın olmaması ve telekomünikasyon hizmetlerinin ücretli olması paran kadar uzaktan eğitime bağlanabilirsin aklıyla karşıma çıkıyordu. Telefon paketimin sınırlı internetiyle çoğu kez canlı derslere bağlanamıyor, bağlandığımda ise bulunduğum bölgede şebeke sorunundan kaynaklı donmalar yaşıyorum. Bu donmaları sınav esnasında başıma gelmesi ise korkunç. Derse bağlanamadığımda ise HUZEM’e atılan haftalık pdf notlarını indiriyor, verilen ödevleri mobil word uygulamasından binbir zorlukla, işkence çeke çeke hazırlayıp sisteme atabiliyorum. Bu eşitsiz koşulların yanında PDF ve ödev arasında gidip gelen eğitimin niteliği de düşündürüyor.
Kendi gerçekliğimin küçük bir parçası bu. Milyonlarca öğrencinin, her birinin gerçekliği var bir de. Köyde yaşayan, herhangi bir işte çalışan, salgın nedeniyle memlekete dönüp oturmadığı evin kirasını ödeyen, yaşadığı bölgede telekomünikasyon hizmetlerinin yetersizliği, olmaması, olsa bile karşılayacak maddi gücün olmaması..
Peki çözüm nedir, ne yapacağız?
Bu çözümü ne ben üretebilirim ne de ne yapmamız gerektiğine dâir bir şey yazabilirim. Tek başınalığın yapabileceği en kötü şey olsa bu gerek. Egemenlerin yüzyıllardır sahip olduğu bu anlayış, maalesef bizlerde de tezahür edebiliyor. Bu nedenle hem buna düşmemek hem de bu tezahürü kırmak için hepimizin kendi gerçekliğinden ve hayallerinden yola çıkıp yana yana gelerek, bu gerçeklikleri ortaklaştırarak ve hayallerimizi birbirimize anlatarak başlayabiliriz. Bu başlangıcın kendisi çözümü üreteceği gibi bizleri, sorunun cevabına da ulaştıracağını düşünüyorum.
Bizleri hayallerimizden uzaklaştıranlar karşımızda, tüm çıplaklığıyla görünüyor, adeta bizlere sırıtarak bakıyorlar iken bizler neden hayallerimiz için yakınlaşmayalım, sırıtanların üstüne yürümeyelim? Bizler yürüdüğümüz vakit, onların sırıtan o suratlarının renginin nasıl değiştiğini görecek, hayallerimizin nasıl da yere bastığına şahit olacağız. Bunun için gerçekliklerimizi ve mücadeleyi ortaklaştırma, şahit olmak için inisiyatif alma vaktidir.
Kerem Çoban