Bu metin, öğrenci gençlik mücadelesinin bugünü ve önümüzdeki süreçte izlenmesi gerektiğini düşündüğümüz çizgiye ilişkin, üniversite bileşenleriyle birlikte en geniş zeminde yürütmeyi ihtiyaç olarak gördüğümüz bir tartışmaya kapı aralamak amacıyla kaleme alınmıştır.
2 Ocak 2021’de Resmi Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle Melih Bulu’nun Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanması, başta Boğaziçi Üniversitesi öğrenci, öğretim üyeleri ve emekçileri olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteliler ve demokratik muhalefet tarafından tepkiyle karşılandı.
Tepkilerin ardından, 4 Ocak Pazartesi günü Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs kapısında Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin gerçekleştirmek istediği buluşma, kayyum rektöre karşı kalabalık bir öğrenci kitlesinin katılımıyla gerçekleşirken, polis saldırıları ve üniversite kapısına takılan kelepçeyle hafızalara kazındı.
Devam eden süreçte binlerce öğrenci polis şiddetine uğrarken, yüzlerce öğrenci ev baskınlarıyla ve çeşitli polis saldırılarıyla gözaltına alındı, tutuklandı. Ev hapsi uygulaması, öğrencileri cezalandırmanın bir aracına dönüştü.
Tabii ki bu süreç içinde, direnişin ortaya çıkışından itibaren AKP-MHP iktidar blokunun verdiği karşılık, hiçbir şekilde şaşırtıcı değildir. İktidarın hukuku artık hem üniversitelerde hem de bütün yaşam alanlarımızda demokrasi mücadelesi verenleri tasfiye ve mümkünse yok etmek üzerine kuruludur.
AKP’nin direnişe cevabı: Kriminalize et, parçala, sönümlendir
İktidarın bu tasfiye pratiği, direnişin hemen başında kendisini gösterdi. Adeta Gezi Direnişi’ndekine benzer biçimde “ilk 3 gün” yaratmaya çalışan siyasal iktidar önce Melih Bulu üzerinden “entelektüel rektör” reklamı yapmak için kollarını sıvadı.
Bütün AKP medyası bu PR’ın arkasına sıralanırken, Melih Bulu’nun onlarca çabasına rağmen öğrenciler “Metallica” dinleyen havalı rektör safsatasına inanmadı. İnanmamak bir yana “Dinlese ne olur dinlemese ne olur” diyerek bu imaj çabasını boşa düşürdü.
Bu şekilde direnişi sönümlendiremeyeceğini gören AKP iktidarı, özellikle direnişin başkaca üniversitelerde karşılık bulmaya başlamasıyla daha da telaşlanarak gerçek yüzünü bir daha göstermeye başladı.
AKP’nin direnişe karşılığı medya ve sosyal medya trolleri eliyle öğrenci gençliğin yarattığı dayanışmayı bölmek, öğrenciler arasında açı farkı yaratarak içerisi-dışarısı ikililiği yaratmaya çalışmak oldu. Öğrenciler AKP’nin bu çabasına “Dayanışma” sloganını yükselterek cevap verirken, aynı zamanda Melih Bulu atamasının hem üniversitelerde hem de ülke çapında bir demokrasi mücadelesi anlamına da geldiğini vurgularken, AKP’nin buradan ‘tereyağından kıl çeker gibi’ ‘kurtulmasının’ ülke çapındaki bütün üniversitelilerin yenilgisi anlamına geleceğini bilince çıkararak ustaca cevap verdiler.
AKP için bütün bunlar yeterli olmadı. Bir yandan öğrencileri ‘terörist’ suçlamasıyla kriminalize etmek için çabalayan AKP’nin bu çabası hiçbir karşılık bulmazken, diğer yandan öğrencileri bölme çabası da duvara tosladı. Başta Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bölüm/fakülteler bu politikaya prim vermezken özellikle ülkedeki üniversitelilerin hareketliliği bu süreçte daha da arttı.
Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen sergiyi ‘Allahın lütfu’ yapmaya çalışan AKP, Kabe meselesini ‘koz’ olarak kullanmaya kalkıştı. Bu şekilde Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ‘halkın dini inançlarını aşağılayan’ öğrenciler olacak ve LGBTİ+’lar da bu şekilde ağır baskı altına alınarak halkın önüne atılacak, ‘meselenin başka olduğu’ antipropagandası yapılacak, manipülasyon ustası ‘gazeteciler’ eliyle televizyonlardan gün boyu provokasyon sesleri eksik olmayacak ve öğrenciler sinerek geri çekilecekti. Böylece AKP’nin yeni ‘Kabataş’ provokasyonu da açığa çıkmış oldu.
AKP’nin ‘Kabataş 2.0’ politikası, Selo ve Doğu arkadaşlarımızın tutuklanmasıyla devam etti. Ardından ülke çapında tutuklamalara karşı öfke büyürken, özellikle Kadıköy’deki 2 Şubat Direnişi öğrencilerin geri adım atmak bir kenara dursun, direnişin yeni bir aşamasına geçildiğini gösterdi. Böylece ne öğrenciler, ne akademisyenler ne de LGBTİ+’lar ve üniversitenin diğer demokratik bileşenleri AKP karşısında bu süreci bir ‘karşı kriz’e evriltmeyi başardılar.
Gelinen durumda ise AKP’nin elinde, en başta gerçekleştirdiği hamlelere geri dönüş dışında bir seçenek yok. Polis AKP’nin tek dayandığı güç ve üniversiteler abluka altına alınmış durumda. Ev hapisleri, tutuklamalar ve gözaltı baskısına, çeşitli üniversitelerde üniversite yönetimleri tarafından başlatılan soruşturmalar eşlik ediyor.
Tüm bunlara rağmen; başta Boğaziçi olmak üzere üniversite dinamiklerinin hala hareketli ve tek gündemlerinin direniş olduğu gerçeği apaçık karşımızdadır. Her reaksiyoner kalkışma, en nihayetinde yol, yöntem ve perspektif tartışmasıyla güçlendirilmeli, direniş istikrarlı bir mücadeleye dönüştürülmek bu mücadelenin de üniversitenin bütün bileşenlerinin eşit ve özne olduğu, demokratik zeminler aracılığıyla yürütülmesi sağlanmak durumundadır.
Dolayısıyla, üniversitelerin durumuna, Melih Bulu ataması ve atama sonrasındaki direnişi biçimlendiren dinamiklere ve hem direnişin hem de genel olarak öğrenci gençlik mücadelesinin önümüzdeki sürecine dair sahici bir tartışmayı gündemimize almak durumunda olduğumuz, su götürmez bir gerçektir.
Üniversitelerin dönüşümü ve rektör atamaları: Süreç, sermayeden ve AKP’nin faşizmi kurumsallaştırma adımlarından azade değildi
Bugün evrensel düzeyde gençliğe yönelik bireyci, kariyerci ve ‘kendini kurtarmacı’ propaganda ile birlikte, yabancılaşma en yoğun düzeyde kendisini hissettiriyor. Sermaye, değişen koşullar ve ihtiyaçlar üzerinden yeni ilişki biçimlerine uygun ‘yeni niteliklere’ sahip öğrenciler yaratmaya çabalıyor ve bu öğrenciler mezun olduktan itibaren mümkün olan en kalifiye emekçiler yaratma ihtiyacını en yüksek düzeyde sömürü oranıyla hayata geçirmeye çalışıyor. Gereken ‘niteliklere’ sahip olmayan öğrenciler ise üretim sürecinin dışında bırakılarak ‘yedek işçi ordusunun’ birer parçası haline geliyor ve doğrudan geleceksizlik tehdidi altında boğuşuyor. Bu işsizlik basıncının yükü ise doğrudan ‘kendini geliştiremeyen(!)’ öğrenciye fatura ediliyor. Eğitim sürecinin daha büyük bir endüstriye çevrilmesi, eğitim programlarının teknikleştirilmesi, istihdam sağlamayan programların kaldırılması veya bütçe ayrılmaması gibi uygulamalar öğrenci kitlesi arasında büyük bir rekabeti ve var olan koşullarla uzlaşma anlayışını örgütlüyor.
Kapitalizmin postmodern saldırı dalgası altında yalnızlıkla ve duyarsızlıkla ‘yetiştirilen’ gençlik, bütün sorgulama, mücadele ve dayanışma ilişkilerinin dışında tutularak makineleşmiş, kendisinden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir toplam haline getirilmek isteniyor.
Bu sermaye politikalarıyla tam uyumlu biçimde hareket eden AKP iktidarı da tüm bunlara ek olarak ‘faşizmi kurumsallaştırma’ adımlarıyla üniversiteleri zapt etmeye çalışıyor.
Dolayısıyla Boğaziçi Direnişi’ni yaratan dinamik ve ardından gelişen süreç ile AKP’nin Boğaziçi Üniversitesi’nde çok daha görünür olan saldırıları, hem sermayenin güncel ihtiyaçlarından hem de iktidarın faşizmi bir devlet biçimi olarak kurumsallaştırma hamlesinden azade bir süreç değildir.
AKP’nin özellikle ‘çöktürme planı’ ile Kürt halkına yönelik başlattığı ağır saldırı, 15 Temmuz’u “Allah’ın lütfu” olarak nitelendirerek sosyalistleri, devrimcileri, demokratları, Kürtler’i tasfiye etme hamlesi, faşizmi bir devlet biçimi olarak kurumsallaştırma sürecini hızlandıran adımlar oldu. Bu adımların en göze çarpanı ise HDP’li belediyelere yönelik kayyum saldırısı oldu.
AKP’nin parlamenter demokrasiyi rafa kaldırarak başkanlık sistemi adı altında ‘tek adam rejimi’ne geçişi, ülkedeki bütün siyasal ve toplumsal süreçlerde Erdoğan’ı tek yetkili merci haline getirerek adeta yeni ‘Führer’ olarak ‘Reis’ karşımıza çıkarıldı.
Bu ağır süreç içinde, AKP’nin önceliklerinden birisi de elbette üniversitelerin dizayn edilmesi, üniversitelerin hem iktidarın ideolojik hegemonya üretim merkezleri haline getirilmesi hem de sermayenin ihtiyaçlarına uygun biçimde düzenlenmesiydi. Böylece AKP, hem üniversitelerdeki devrimci demokratik muhalefetten kurtulacaktı hem de ‘kindar ve dindar bir nesil’ yaratma yolunda sürekli vurguladıkları ‘sosyal\kültürel iktidarı ele geçirememe’ sorununu çözecekti.
YÖK ise, 12 Eylül’ün bir ürünü olarak kendisine yüklenen misyonu yerine getirmek üzere hareket etti. Artık bırakalım YÖK’ün kaldırılmasını, YÖK’ün ayrı bir işleyiş mekanizmasından söz edilmesi dahi mümkün değil. Bugün YÖK, AKP eliyle Saray’ın herhangi bir komisyonu haline getirilmiş, işlevi Erdoğan’ın ağzından çıkacak her şeyi üniversitelerde icra etmek üzerine kurulmuştur. YÖK, AKP’nin faşizmi kurumsallaştırma sürecinin üniversitelerdeki koç başılığını yapmaktadır.
Akademisyenlerin tasfiyesi, üniversite kürsülerinin yandaş akademisyenler, dekanlar ve rektörlerle doldurulması, Saray’a bağlı bir komisyon durumundaki YÖK’ün var oluş amacına uygun biçimde faşist kurumsallaşmanın bir aparatı olarak üniversitelerdeki dönüşüme çanak tutması, kadrolaşma, bilim üzerindeki piyasacı tahakküm, gelecek kaygısı, faşist saldırılar, polis tarafından karakola dönüştürülen kampüsler, sosyal ve kültürel tüm alanlardaki tahribat, üniversitelerin bölünmesi, üniversite kulüplerinin faaliyetlerinden irili ufaklı etkinliklere kadar şiddetle yasaklanması, ekonomik kriz, borçlanma, ev kiraları, gıda sorunu, ulaşım, taciz, mobbing gibi bin bir türlü problem yumağı içinde Erdoğan kendisini yetkinleştirecek adımları atmaya devam etti.
Zaten hiçbir demokratik teamüle dayanmayan rektör seçimleri de bu süreç içinde tamamen Erdoğan’ın inisiyatifine bırakıldı.
Özellikle 2016’da çıkarılan KHK ile rektör ataması konusunda Erdoğan’ın tek karar verici olması, ‘kayyum rektör’ sorununu gündemimize daha yakıcı bir sorun olarak koydu.
ODTÜ’de Verşan Kök, İstanbul Üniversitesi’nde Mahmut Ak, Dokuz Eylül’de Nükhet Hotar, MSGSÜ’de Handan İnci Elçi ve daha niceleri… Melih Bulu, bu zincirin önemli bir halkası haline geldi.
Dolayısıyla, bugün kayyum rektör meselesi AKP’nin iç siyasetteki yaklaşımından bağımsız ele alınmamalıdır. Üniversiteler bu siyasetin önemli bir parçası olarak AKP’nin ağzını sulandırmakta ve üniversitenin ‘fethedilmesi’ AKP için çok daha önemli hale gelmektedir. Bu yüzden bugün başta Boğaziçi Üniversitesi olmak üzere üniversitelerdeki demokrasi mücadelesi, faşizmin kurumsallaştırma sürecinin bir parçasıdır ve antifaşist bir karakter taşımaktadır.
Militan bir AKP komiseri: Melih Bulu
Melih Bulu atamasına biraz daha yakından bakmak gerekirse, esasında bu atamanın AKP’nin daha önceki kayyumu olan Mehmed Özkan’ın gerçekleştirmekte başarısız olduğu hamleleri daha militan bir AKP’li eliyle gerçekleştirilmesi için yapıldığı göze çarpmaktadır.
AKP’li bir siyasetçi olan, AKP listesinde milletvekilliği aday adaylığı geçmişi olan bir AKP’linin nasıl bir kirli ilişkiler silsilesi içinde Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne getirildiğini görmek çok zor değildir.
İntihalciliği ile meşhur olan Melih Bulu, aynı zamanda atanmadan önce televizyonlarda yaptığı açıklamalarla AKP’ye destek vermekle kalmayan; savaş kışkırtıcılığı ve katliam savunuculuğu da yapan birisi olarak AKP’nin ‘aradığı isim’ olduğunu kanıtladı. Rektör olarak atandığında tepkiler karşısında Boğaziçi için yayınladığı hedefleri ise özetle üniversiteyi AKP teşkilatı haline getirmek ve bir şirket-üniversite yaratmak olduğunu ortaya koydu.
Boğaziçi Direnişi ve Üniversiteler: Quo Vadis?
Şu anda hem genel anlamda faşizmin kurumsallaştırılması sürecine karşı demokrasi mücadelesi açısından hem de öğrenci gençlik mücadelesi açısından önemli bir momentte bulunduğumuz açıktır. Bu moment, elbette ki bir yöne evrilecek. Bu yönün ne olacağını, AKP’nin baskı ve şiddet aracılığıyla bir demokratik kalkışmayı daha ‘şimdilik’ sönümlendireceği mi yoksa direnişin büyüyerek süreceği bir aşamaya mı geçileceği; üniversitenin demokratik bileşenlerinin takip edeceği perspektife ve adımlara bağlı olacaktır.
Boğaziçi’ndeki atama karşıtı reaksiyoner kalkışma, geldiğimiz süreçte bir tür geniş mücadele programına bağlanmak durumundadır. Eğer kazanmak istiyorsak, Boğaziçi’ni de aşarak ülkedeki birçok üniversitede karşılık bulan bu direni başı ayrı ayakları ayrı yöne bakan bir şekilde ilerletemeyeceğimiz de ortadadır.
Bu noktada, birkaç yaklaşıma vurgu yapmanın ve kendi yaklaşımımızı özetlemenin önemli olduğunu düşünüyoruz.
Boğaziçi Direnişi, sistematik ve istikrarlı olmasa da Boğaziçi Üniversitesi’nde bölümlerin, fakültelerin, kulüplerin ve çeşitli dinamiklerin bir tür ‘demokratik ağlarla’ hareket ettiği bir zeminde ilerlemesinin direnişin güçlü bir çıkış yapmasında önemli olduğu açıktır. Bu durum, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin daha hızlı karar alabilmesini ve daha hızlı mobilize olabilmesini de beraberinde getirdi.
Ortaya çıkan kitlesel eylemler, polis yasaklarına ve tutuklamalara rağmen öğrencilerin direnişten geri adım atmaması; öğrenci kitlelerindeki politikleşmenin de bir göstergesi olurken direnişin yönüne dair de önemli bir tartışmayı beraberinde getirdi. Kısaca, “Şimdi nereye gideceğiz?” sorusu karşımıza çıktı.
Bu noktada baştan mahkum edilen yaklaşım, direnişi ‘sağa’ çeken ‘okul içinden çıkmayın, kimseyi aranıza almayın’ yaklaşımı oldu. AKP’nin de pohpoladığı bu yaklaşıma cevap, öğrenci dayanışması sloganı ve okul içine sıkışmanın mücadeleyi gerileteceğinin idrak edilmiş olmasıyla hızlıca verildi. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bizzat bu sorunun genel anlamda üniversitenin demokratikleşmesi sorunu olduğunu vurgulamasıyla bu sağcı yaklaşım mahkum edilmiş oldu.
Bir diğer yaklaşım da, diğer yaklaşımın aksine esasında öğrenci mücadelesi içindeki bir ayrıma da işaret etmektedir. Baştan ifade etmek gerekirse, ‘sol’ uçta gördüğümüz ve dar pratikçi emareler taşıdığını düşündüğümüz bu yaklaşım, direnişin bileşenlerinin de bir kısmının savunduğu bir yaklaşım olması itibariyle önemlidir.
Burada en önemli sorunun, bu yaklaşımın belli bir sistematiğe değil temel olarak ortaya çıkan kitlesel mücadelenin nasıl ‘yönlendireceği’ ve ‘öncülük edileceği’ üzerine yaslanması olduğunu düşünüyoruz.
Direnişin bugünkü ihtiyacının, başta Boğaziçi Üniversitesi bileşenleri olmak üzere bütün üniversitelerde halihazırda var olan demokratik dinamiklerinin eşit ve demokratik zeminlerde bir araya getirilmesi, farklı mücadele deneyimlerinin birbirine bakıştırılması ve bu ortak zeminlere yaslanarak bütün farklılıklarıyla birlikte ortak bir mücadele perspektifi oluşturulması olduğu çok açıktır.
Dolayısıyla açıkça söylemek gerekir ki, kitlelerden kopuk bir ‘öncülük’ sorunuyla değil, kitlelerin içinden yükselen ve giderek bütün üniversitelerde karşılığını bulmasının yolları açılan bir mücadele hattı yokluğuyla baş başayız.
Başta çeşitli siyasal örgütlenmeler olmak üzere, bütün dinamiklerin kendi takvimini direnişe dayattığı ve kitlelerin içinden yükselen bu direnişi bu takvime ve hatta göre basınç altına almaya çalıştığı bir yaklaşımın, öncüllerinde olduğu gibi ancak direnişi sönümlendirmeye yarayacağını görmek için tarihe teleskopla yaklaşmaya gerek yoktur.
Bu yüzden, öğrenci gençliğin en gündelik taleplerinden en geniş demokratik taleplerine kadar odaklanmadan ve ortaya çıkan mücadelelerin özgünlüklerine, iç çelişkilerine ve nesnelliğine dikkat etmeden yükseltilecek hiçbir slogan mücadeleyi 2 adım öteye taşıyamayacak, bilakis toplumsal olanın siyasallaşmasının önünde ciddi bir engel oluşturacaktır.
İhtiyacımız nedir?
Bu iki yaklaşımın dışında ne tür bir yaklaşım geliştirilmelidir sorusu elbette en geniş demokratik zeminlerde tartışılmalı ve yanıtlanmalıdır. Ancak bu zeminlerin ve yanıtın hemen yarın ortaya çıkmayacağı bunun da istikrarlı bir mücadele içinde inşa edileceği açıktır. Dolayısıyla bu noktaya dair cevaplarımızı verdikçe bu cevapları bakıştırmak mümkün olacaktır.
Öğrenci gençlik mücadelesinin bugün en temel ihtiyacının; farklı kanallardan ilerleyen bütün mücadele deneyimlerini ortak bir gölde toplayacak, birbirine bakıştıracak, tüm bu mücadele ve deneyimler etrafında kapsamlı bir mücadele perspektifi yaratarak mücadele alanlarında kazanım ve taleplerimizi savunacak; birleşik, demokratik, meşru, kitlesel ve militan bir öz örgütlenme olduğu açıktır. Bu öz örgütlenme zeminlerinin, sadece geçmiş deneyimler irdelenerek bir tür şablonculukla da inşa edilemeyecektir. Geçmişin kendi özgünlükleriyle bıraktığı dersleri cebimize koymak ama onun yenildiğini görerek zaaflarından arındırıp bugünün mücadelesini kurmak ihtiyacımız vardır.
Bugün; üniversite alanındaki her türlü örgütlenme, meclis ve platformun vs. kendi dönemsel takvimlerinin içine sıkıştığı, öğrenci gençlikle ve üniversite alanıyla olan ilişkisini belli günlerle sınırlandırdığı bir gerçektir. Çünkü öğrenci hareketi kitlelerle aradaki mesafe giderek açılırken üniversite alanındaki sorun ve taleplere ilişkin kapsayıcı, ikna edici bir perspektif geliştirilemediği ölçüde kopuk gündemlere daralmaktadır.
Bu mücadeleler yan yana gelmediği, öğrenci gençliğin var olan politik-toplumsal taleplerini karşılayabilecek bir bileşim ortaya çıkmaksızın ve bu geniş bileşim üniversitenin her köşesine ortaklığını ustalığa dönüştürerek nüfuz etmeksizin AKP’ye karşı demokrasi mücadelesinin bayrağını kaldıramayacaktır.
Özellikle gençlik mücadelesinin tarihsel mirasını bütünüyle sahiplenerek onu içerip aşmayı hedef alan; günümüzün kitlesel ve mücadeleci öznesini yaratmak, öğrenci gençlik hareketinin en temel gündemi olmalıdır.
Mümkün olan en geniş kitlenin meşruluğunu sağlamayı hedefleyerek, en küçük probleme dahi anında ortak bir reaksiyonu açığa çıkarabilecek birleşik bir zeminin yaratılması; bu anlamdaki mücadele pratiklerinin zenginleştirilmesi ve önünün açılmasıyla mümkün olacaktır.
Dolayısıyla aşağıdan ilmek ilmek örülerek başlanarak, en lokal olandan en genişine kadar irili ufaklı tüm deneyimler küçümsenmeden hayata geçirilmeli ancak hiçbiriyle yetinilmemeli, buralardan doğan çıktılar kalıcı, istikrarlı ve sahici bir birleşik zemine aktarılmalıdır.
Üniversitenin her köşesi birer mücadele alanıdır
Geldiğimiz noktada en can alıcı soru ise bu zeminin nasıl inşa edileceğidir. Elbette burada bir sihirli değnek aramak veya her derde deva bir merhem bulmaya çalışmak; kısır, güncel ihtiyaçlardan kopuk ve ‘biçime indirgenmiş’ bir tartışmadan başka anlama gelmeyecektir. Lakin, siyasal sürecin ve üniversitedeki dönüşümlerin seyri itibariyle belli başlı temel önermeleri ortaya koymak, tartışmayı zenginleştirmek açısından önemlidir.
Sorun, tek başına bir ‘araç ve örgüt sorunu’ değil, bu sorunu da içeren, günümüzde öğrenci gençliğin, üniversitelerin ve öğrenci gençlik mücadelesinin yeniden kavranması, değerlendirilmesi ve uygun politikaların icra edilmesi sorunudur. Üniversitelerde öncelikli olarak, öğrenci gençliğin karşılarına çıkan problemlere yanıt verecekleri, tartışabilecekleri, gerekli politikaları birlikte değerlendirebilecekleri ve sadece ‘tepeden önlerine konulana’ tabi olup pratiğe geçirmeleri beklenen değil, dahil oldukları kanallardan çıkan sonuçları birlikte icra edebilecekleri dinamik alanların kısıtlılığını aşacak, kitlesel katılımı yaratabilecek politik zeminlerinin ne olduğu sorusu tartışılmalıdır.
Bunun içinse yana yana gelişlerin organize edilmesi, tartışma zeminlerinin oluşturulması, öğrenci hareketinin her parçasının açık bir biçimde bu meseleyi gündemlerinin en başına yazarak diğer parçalarıyla birlikte bütünlüklü bir değerlendirmenin yapılması ilk adım olmalıdır. Böyle bir tartışmanın ise ancak var olan durumu değiştirmeyi gündem edinmiş, kararlı, yenilenmeye ve ortak mücadelelere açık güçlerin; koordinasyonlar, forumlar, tartışma platformları, konferanslar ve çeşitli biçimlerde fakülte fakülte, kampüs kampüs yan yana gelerek bu gündemi genişletmesiyle açığa çıkabilir.
Elbette ‘zemin’ diye tarif ettiğimiz şeyin ‘akşam konuşup sabah hayata geçirilemeyeceği’ de açıktır. Bu kanalların açılmasının, üniversite gençliği içerisinde meşruluk kazanması ve öğrencilerin çoğunluğunun katılımı sonucunu doğurmasının zaman alacağı ortadadır. Zaten öğrencilerin de birleşip mücadele etmek için parlak bir fikrin ortaya çıkmasını beklediği de yoktur. Bu durumu etkileyen nesnel ve öznel birçok değişken vardır. Lakin, öğrenci gençliğin hali hazırdaki bütün mücadeleci güçlerinin geniş zeminlerde öğrenci hareketini bir bütün olarak yeniden ele alması, değerlendirmesi, uygun politikaların ne olması gerektiğinin tartışılması noktasında ortak tartışma ve mücadele zeminlerinin oluşturulması hareket noktamızı oluşturmalıdır.
Bu zeminden hareketle lokal veya genel, geçici veya kalıcı örgütlenmelerden, mücadele platformlarından kültür sanat topluluklarına kadar en geniş öğrenci gençlik kitlesini bu sürece dahil ederek, bir parçası olması sağlanarak, dinamik ve kitlesel hale getirilmesi için birlikte müdahalelerde bulunulması, bu zeminin giderek her üniversitede, öğrenci gençliğin yaşam alanlarında, kulüplerden platformlara kadar demokratik muhalefetin her kesimine dokunulmasının önünü açacaktır.
Ortak mücadele ve tartışma zeminleri oluşturalım
Üniversiteler; özgün dinamiklere sahip, çeşitli çelişkileri ve problemleri bulunan bir mücadele alanıdır. Dolayısıyla, devrimci demokratik mücadelenin önemli bir alanı olarak kavranmalı, toplumsal mücadelenin bir ‘kolundan’ ibaret görülerek araçlaştırılmamalıdır. Bu yanılgı, yanlış ve muğlak sonuçlar üretecektir.
İçinden geçtiğimiz süreçte, gençliğin dinamik bir unsur olarak yeniden siyaset sahnesine atılması; toplumsal mücadelelerdeki etkisinin ve gücünün yeniden farkına vararak bulunduğu alanlarda mücadeleyi sivriltmesi, hem bu alanların geleceği hem de genç kitlelerin bugünkü yoğun çelişkileri arasında bir pusula geliştirmesi noktasında hayati olacaktır.
Yöntemlerde, tarzlarda, araçlarda farklılığı değil; günümüz sorunlarına, gençliğin en geniş taleplerine odaklanmak, bu odaklanmanın karşımıza çıkaracağı ihtiyaçlar üzerine ortaklıklarımızı açığa çıkararak, bu ortaklıklar üzerinden bir araya gelmenin yollarını aramak durumundayız.
Sahici, sağlam ve somut adımlar atarak hızlı hareket etmek önemlidir. Bu açıdan;
- Öğrenci gençlik hareketinin bütününün somut, yüz yüze, kapsamlı, ön açıcı tartışmalar gerçekleştirebileceği, öncelikli olarak tartışılması gereken problemleri ortaya koyabileceği zeminlere ihtiyaç olduğu çok açıktır. Böyle bir zeminden kasıt, birkaç örgütün eylem birliği darlığına indirgenmemelidir.
- Üniversitelerin, öğrenci gençliğin var olan durumu; üniversite alanındaki mücadelenin uzun dönemdir yaşadığı problemler ve genel hali tartışılmalı, farklılıklarımız demokrasinin bir gereği olarak görülerek, ortaklıklarımızın üzerine gidilmelidir.
- Bu tartışmanın doğal olarak bizi götürmesi gereken bir diğer tartışma günümüz koşullarında ne tür bir politikanın, çalışma tarzının, örgütlenme ve mücadele biçimlerinin gerçekleştirilmesi gerektiği tartışması olacaktır.
- Bu tartışmalar, ortaklıklarımızı açığa çıkarmakla kalmamalı; mantıksal bir sonuç olarak olarak bu ortaklıkların birlikte icra edilmesini de beraberinde getirmelidir.
- Öğrenci gençliğin ortak talep, hedef ve tarz-ı siyaseti, böyle bir tartışma zemininin ürünü olarak ortaya çıkabilir ve öğrenci gençlik mücadelesinde bir politik bağlam kurulabilir. Bu zeminler fakülte fakülte kampüs kampüs, öğrenci gençliğin yaşadığı her alanda kurulacak meclislerle en küçük demokratik talebi içerecek biçimde hayata geçirilmediği müddetçe de mümkün olmayacaktır. Bu meclisler devrimci öğrenci örgütlenmelerinden platformlara kadar, üniversite alanında bulunan bütün mücadeleleri, hiçbirini dışarda bırakmaksızın kapsamalı, bu zeminin asli unsurları haline getirmeye çalışılmalı ve ortak politik zeminini kurmalıdır.
Özetle bir kez daha vurgulamakta yarar var ki; oluşturmamız gereken zeminler, sadece polis-faşist saldırıları karşısında dayanışma veya daha kalabalık etkinlikler gerçekleştirme gibi bir darlığa indirgenmemeli, ortak politik mücadele zeminine dönüşmesinin yolları açılmalı, bahsi geçen temel gündemlere dair hakiki bir tartışma yürütmeli, giderek genişlemesi hedeflenmelidir. Öte yandan bu zeminin öğrenci gençliğin ve üniversite alanının en geniş problemlerine yanıt üretebilecek, ortak politika ve yöntemler geliştirebilecek, ortaya çıkacak dinamizmi kulüplerden sanat topluluklarına, zamlara karşı platformlardan çeşitli inisiyatifler ve benzerlerine değin hepsini kapsayıp akademik-demokratik mücadelenin bir parçası haline getirebilecek bir zemin haline gelmesinde ısrar edilmelidir.
Öğrenci gençliğin sahici birleşik, demokratik, meşru, kitlesel ve militan bir öz örgütlenmesinin inşası, ancak kapsayıcı, mücadeleci, ortak zeminlerin kalıcılaşması ve büyütülmesiyle adım adım inşa edilebilecektir.
Birleşen gençlik, üniversitelerdeki mücadeleye ve geleceğimize vurulmak istenen zincirleri söküp atacak; öz gücüne dayanarak kendisine zorla dayatılmakta olanı tuzla buz edecek güce sahip olacaktır. Çünkü yaşadığımız her tarihsel süreçte görülmüştür ki, yan yana geldiğimizde kazanıyoruz.
Öğrenci İnisiyatifi Merkez Koordinasyonu